Güneşin battığı tarafta Demir Kapı vardı. Demir Kapı´nın ötesinde Urum Kağan´ın ülkesi başlardı. Urum Kağan, toprağı ve çerisi çok biriydi. Bu yüzden Oğuz Kağan´a baş eğmek istemedi. Oğuz da kalkıp üzerine vardı, cezasını verdi. Bir zamanlar ortaya bir de eğri boyunlu bir İskender çıkmıştı. Güneşin battığı taraftan kalkıp gelmiş, Perslere boyun eğdirdikten sonra Demir Kapı´dan geçip bizim Türkistan´a yürümüştü.
O yıllarda Türkistan´ın yönetimi Saka boyunun elindeydi. Zaferlerinden başı dönmüş İskender, Şu Kağan´ın bir avuç askeriyle başa çıkamadıkça hırçınlaşmış, hırçınlaştıkça bocalamıştı. İskender´in ordusuyla dolaşan tarihçi Plutarch, askerini Türkler´in üzerine süre süre kırdırtan hükümdarına, süvari generali Kleitos´un nasıl sövdüğünü ve tabii nasıl canından olduğunu uzun uzun anlatır, başarısızlıklara gerekçeler sayarken bir şeyi söylemeği unutur. Ama Kaşgarlı Mahmut unutmaz: „Bir Türk, bir İskender askerini bir vuruşta ikiye böldü. Askerin belinde, içi altınla dolu bir kemer vardı. Kemer parçalandı. Kana bulanan altınlar etrafa saçıldı. Türkler, vurulup düşen her İskender askerinden yere dökülen altınları birbirlerine göstererek: – Altın kan!.. dediler. Bu sözler, o yerin adı oldu. Bugün oraya Altun Han deniliyor.”
Batı´ya dâir Orta Asya hâtıralarımız bunlardan ibaret. Zira, biz Tükler için batı, çok uzun bir süre sadece güneşin battığı yönün adı idi. Sonra güneşin ardı sıra yola koyulduğumuz yıllar geldi. Lâkin dilimizdeki söz, ne batı ne de garp. Selçuklu atalarımızın batısında kalan Diyâr-ı Rum´un adı, Kızıl Elma idi. Geldiler, yurt tuttular. Kudüs´e niyetle kopup gelen Haçlı Orduları´nın ilki, Gottfried von Bouillon´un komutasında batının da batısından, Köln kalesinden 1096 yazında yola çıktı. O yıllarda da batı ya da garp kelimeleri dilimizde yok. Ne dilimizde ne aklımızda… Onbinler, yüzbinler hâlinde gelip üzerimize çullananlara ne batılı, ne garplı diyoruz daha. Sadece frenk, kefere ya da kâfir sözleri duyuluyor.
Denizin batı yakası, Aşık Paşazâde´nin kalemine Marmara´yı ve Ege´yi Türk iç denizi yapan Orhan Gazi oğlu Sultan Murat´ın „Rumeli” destanın zemini olarak düştü. Rumeli´nin öte yanı Frengistan. Frengistan´ı gezip gören, görüp yazan bizden biri yok henüz. Sadece toplanıp toplanıp üzerimize gelen Layoş var, Lazar var, Sigismund var, Ferdinand var. Bizde de, onlar üzerlerine geldikçe, onların üzerine giden ve bütün Balkanlar´ı, ve Dalmaçya´yı, ve Bosna´yı, ve Hersek´i, ve Sırbistan´ı, ve Transilvanya´yı, ve Macaristan´ı, ve Lehistan´ı.. Memâlik-i âli-Osman yapan Murat´lar, Mehmet´ler, Süleyman´lar var. O günlerde de Türk sözlüğünde hâlâ ne batı var, ne garp. Ama Münih´in yanı başındaki köyün adı Türk köyü, daha doğrusu Türkenheim…
Peki, neden yoktu o günlerde dilimizde, aklımızda, rüyâmizda Batı ya da Garp ya da Avrupa? Der Renner, derebeylerden biri olan Hugo von Trimberg´in hatıralarına dayanarak hayatını anlatan bir kitap.
„Adamlardan biri bana doğru geldi. Önümde durdu. -Beyim, dedi, bu neden böyle? Biz çiftçilerin hâlini görmez misiniz? Siz bir avuç adam hür, biz hepimiz köle! Üstelik yiyecek ekmeğimiz bile yok… Sizce doğru mu bu? -Evet, dedim. Bu cevaba öfkelendi. -Hepimiz aynı anadan doğmadık mı? diye homurdandı.”
Bu soruya Hugo von Trimberg´in nasıl bir cevap verdiğini bilmiyoruz. Yazılmamış. Hugo veya bir başka çağdaşı, kendisinin ve o kölenin, öteki aristokratların ve bütün kölelerin Havva Ana´dan türediğini inkâr edemezdi. Hele o zamanda! Eğer Hugo cevap vermişse, belki „kader” demiştir, belki de „tövbe et, günaha giriyorsun,” diye uyarmıştır adamı. Fransız piskopos Adalbero, daha 1016 yılında yazıyordu: „Hristiyanlar üç bölüktür: Biri ibadet eder, biri savaşır, biri de çalışır.” (Jacques Le Goff Fischer Weltgeschichte 11) Ama bu, eksik bir söyleyiş aslında. „İkinciler, birinciler için savaşır, üçüncüler de çalışır,” demeliydi. Doğrusu buydu. Elbette bu düzen, batının hemen her düzenlemesinde olduğu gibi, ilâhi kaynağa dayandırılır. Yezus Kristus böyle buyurmuştu! Şu haber Süddeutsche Zeitung´ta yayınlanmıştı:
„Nürnberg kalesinde yapılan kazılarda 14. yüzyılda burada yaşayan asilzadelerin nasıl beslendiklerini, boş zamanlarını nasıl geçirdiklerini ve ev eşyalarını gösteren pekçok kalıntı ele geçti. Düzinelerce hayvan kemiği, tahıl ve sebze artıkları bulundu. Bunlar da gösteriyorki, bu kalede yaşayan asilzadeler, diğer yerlerdeki asillere göre daha iyi besleniyorlardı. Domuz ve sığırın yanı sıra, av hayvanları ve kuşlar da günlük yemek listesine dahildiler.”
Aynı yüzyılın ortalarında İznik´te yaptırdığı imarethanede beyler, paşalar için değil de yolcular, yoksullar için üç öğün sofra kuran, sofradakilere kendi elleriyle hizmet eden adam Osman oğlu Orhan Gâzi değil miydi? Böyle bir Bey´in yanında, yöresinde yaşayan biri, kalkar da Aristokrat Hugo von Trimberg ´in canından bezmiş serfi olmak ister miydi? Köleler diyarı Batı´nın ne diye tâkipçisi olsundu Doğu´nun adamı?
BİRAZ DAHA KURCALASAK…
Dünyanın küre biçiminde olduğunu, Asya, Afrika ve Avrupa kıt´alarının gerisinde, okyanusun öteki tarafında da büyük anakaraların bulunduğunu bizimkiler tahmin ediyor ve söylüyorlardı. Hatta bizden biri, „eğer bu böyle olmasa, dünyanın dengesi bozulur ve buralar suya gömülür,” diye açıklıyordu bu gerçeği kendince. Kopernikus´un doğum tarihi 1473´tür. Gökbiliminin öncüsü sayılan kitabının yayın tarihi, 1543. Doğu´nun gökyüzünü kitaba döktüğü yıl ise, 628´dir. Bağdat, Şam, Mezopotamya ovaları, Nişabur, Şiraz, Semerkant tepeleri rasathanelerle doludur o yıllarda. Akşamistan ahalisinin ise bırakın gökyüzünü, yeryüzünden bile haberleri yoktur daha. Cadılarla, şeytanlarla boğuşmaktadırlar henüz. Kopernikus´un kitabından 15 yıl sonra, iki Alman rahibi tarafından yazılan cadılar kitabı, Avrupa´yı kasıp kavurdu. Yağmur yağdırıyor, fırtına estiriyor, kıtlık yaratıyor, çünkü cadıdır diye özellikle kadınlar diri diri yakılmaya başlandı. Sadece Almanya´da cadı oldukları iddiasıyla öldürülen insanların sayısı 100.000´i buldu. Son cadının idam tarihi 1775.
Bakın, batılılar, bizim Uluğ Bey´in adını ay yüzünde bir kretere vermişler. Çok geç… Dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini ve daha nice doğruları aradan 500 sene geçtikten sonra kabul edebilen bu insanlar, bütün bunları burunlarının dibinde daha 10. yüzyılda haykıran Endülüs´ün değerini, yazık ki, bilememiş, herşeyi yakıp kül etmişlerdir. Şimdi ders kitaplarında Endülüs Emevi Devleti´nden sözederken genellikle şöyle yazıyorlar: „10. yüzyılda Avrupa´da nüfusu 30 000´i geçen bir tek şehir yoktu. İslâm dünyasında ise her biri 100 000´in üzerinde 15 şehir vardı. Bunlardan biri de İspanya´daki Kordoba şehriydi. Kordoba´da 113 000 ev, 600 camii, 300 hamam, 50 misafirhâne, 80 devlet okulu, 17 yüksek okul ve 20 kütüphane bulunuyordu. İslâm bilim adamları dünyanın yuvarlak olduğunu biliyorlardı. Hatta dünyanın çemberini 1 km farkla tesbit etmişlerdi. Kızamık ve kabakulak hastalıkları konusunda yazdıkları kitaplar Avrupa´daki tıp fakültelerinde geçen yüzyıla kadar ders kitabı olarak kullanılıyordu. Ondalık sistem ve cebir onların eseriydi. Barutu icat edenler de onlardı.”
Eğer İbn-i Haldun´un „medeniyet (umran), şehirleşme (hadariyet) ile gelişir” tezine itirazımız yok ise, Büyük Selçuklular zamanında Merv şehrinin 1,5 milyona yaklaşan bir nüfusa sahip olduğunu hatırlayalım. Kimbilir bizim Harizm´lilerin şehirleri niceydi! Uygur şehirlerindeki yol ve kanalizasyon ağına ne buyurulur? Harun Reşit´in Charlemagne´a hediye ettiği duvar saati önünde alık alık dikilen Batılılar´ı hayâl etmenin zevkine daha çocukken varan Doğulular, İslâm medeniyetinin ulaştığı boyutları uzun uzun anlatan Will Durant´ı, Corci Zeydan´ı okurken kimbilir nasıl da keyifleniyorlardır!
Ama o zamanlar Doğu, Batı´ya hiç kulak asmamaktadır. Zira, o taraf gecedir; ilkeldir, geridir. Zira adamlar, daha cebiri bile bilmemekte; meselâ, sıfır sayısından dahi habersiz yaşamaktadırlar. Bırakın bunları, alkolü, kahveyi, limonatayı, şekeri, şurubu tanımamaktadırlar. Hatta yatağı, koltuğu, halıyı, kilimi de, gocuğu, ceketi de bizim Doğu´da gördüler, tanıdılar. Zaten bu sayılan şeylerin isimleri, meselâ Alman diline, arapçadan geçmedir.
Yâni batı, halâ ve dâima, sadece güneşin battığı yöndür. O taraflarda, bir avuç despotun elinde inim inim inleyen biçare kâfircikler yaşar. Emir kuludurlar. Ya korkudan ya üç-beş altın kuruş ganimet sevdâsından zaman zaman kalkıp krallarının, onlar da papazların peşine düşmekte ve doğuya, Kudüs`e doğru çıkıp gelmektedirler. Geriye dönebilenler, bir de görmektedirler ki, çoluk-çocukları aç kalmamak için ellerindeki bir avuç toprağı da asilzâdelere kaptırmış, köle durumuna düşmüşlerdir.
Bunların hepsi o tarafta, güneşin battığı tarafta olmaktadır. Ortada henüz Batı diye birşey yoktur.
BATI´DAN ÖNCE BATI`NIN BATISI
Batının tâcirleri ise, gözlerini doğuya dikmişti. 1423´te Venedik´li Mocenigo şöyle yazıyordu: „Yıllık ticaret hacmi,10 milyon duka. Bunun 4 milyonu net kâr. Venedik ticaret gemilerinde çalışanların sayısı, 38 bin. Liman hizmetlerinde 16 bin.” SelçukluTürkleri, Doğu Akdeniz´i ele geçirince Avrupa´ya giren malların fiatı artmıştı. Osmanlı Türkleri de İstanbul´u alıverince, elmasın, ipeğin, pamuğun, incinin, baharatın bedeli bir kat daha yükselmişti. Portugal´lılar Afrika kıt´asını dolaşarak Hindistan´a ulaşmak ve Türkler´e bedel ödemeden Hint mallarını Avrupa´ya taşımak istiyorlardı. Ama 1480 yılında bile dünyanın düz olduğuna ve suda yüzdüğüne inanıyor, kıyıdan fazla uzaklaşırlarsa, bilinmeyen uçurumlara yuvarlanmaktan korkuyorlardı. Bu yüzden Portekiz denizcileri Afrika´yı dolaşmağa çalışırken mümkün olduğunca kıyıya yakın seyahat ediyorlardı. 1474 yılında Toscanelli, Doğu´lulardan öğrendiği gerçeği Portekiz kralının danışmanlarından birine anlatmağa çabalıyordu. Dünya yuvarlaktı ve insan, devamlı batıya doğru giderse dolaşıp Mangi´ye yâni Hindistan´a ulaşırdı. Christoph Kolumbus adında bir maceraperest Toscanelli´nin söylediklerine inanıyor ve Portekiz kralına, kendisine bir gemi vermesi için yalvarıp duruyordu. Burada, batının didişmenliği Kolumbus´un işine yaradı ve Portekiz kralının vermediğini İspanya kraliçesi Elizabeth´ten kopardı. Böylece servet açı Batı, Kolumbus`un şahsında Hindistan´a koşarken körlemesine gidip, bizimkilerin „dünyayı dengede tutan anakarasına” ulaşmış oldu. İnkaların, Azteklerin adını „Hintli” yapan Batı, ülkelerini de „Amerika” yaptı.
Daha “Portugal keferesi” Afrika´yı dolaşarak Hindistan´a ulaşmayı denemeğe başlar başlamaz, Doğu´nun gümrük kapısı olan Osmanlı ülkesinin yöneticileri, ticaret yollarının değişmesiyle kendilerinin neler kaybedeceğini hesaplamakta gecikmediler. Yavuz Sultan Selim Mısır´a, Süveyş´e, Yemen´e boşuna inmedi. Kanuni Sultan Süleyman, Süveyş´i Kızıl Deniz´e, Don ve Volga nehirlerini birleştirip Hazar´a, sonra Aral´a bağlama düşüncesine boşuna dalmadı. Doğu´nun Doğu olarak kalması için bütün bunlar şarttı.
Ama olmadı. Bunlar olmadı ama Amerika kıt´ası önce İspanyolların ve Portekizlilerin, sonra İngiliz ve Fransızların komşu kapısı oldu.
Heyecanla ifade ettikleri amaç, oradaki vahşileri hristiyan yapmak, yâni doğru yola sokmak. Böyle dediler. İşe önce putlarından başladılar. Azteklerin tanrıları adına yaptıkları altın heykeller, süslemeler eritilip gemiler dolusu Avrupa´ya taşındı. Küfrün işaretleriydi güyâ eritilen, temizlenen. Bunlar tükenince altın ve gümüş madenleri kazılmağa başlandı. İşçileri, silâh dayadıkları ev sahipleri, yâni „Hintliler,”yâni „Kızılderililer.” Bartolomé de las Casas, bir hristiyan rahibi. Belliki saf biri. Hadi iyi hristiyan diyelim. Baba-Oğul-Kutsal Ruh´u öğretmeğe gittiği vahşi kâfirlere Kutsanmış Kristlerin yaptığı zulmü görünce dayanamıyor ve İspanya´ya, aziz kralına mektup üstüne mektup yazıyor; „Altın madeni ocaklarında altı-yedi yaşındaki çocuklar bile ölesiye çalıştırılıyor. Son üç ayda bir altın madeninde gözlerimin önünde tam 7000 çocuk öldü!” Lâkin Endülüs fâtihlerinin kılı bile kıpırdamıyor. Meksika´da 1519 yılında 11 milyon yerlinin yaşadığı tahmin ediliyordu. Öldüre öldüre 1597´de 2,5 milyona indirdiler. Ama Avrupa´ya akıtılan altın ve gümüşün miktarı giderek arttı ve senede 270 tona ulaştı. Peki, yerlilerin öldürüle öldürüle bitirilmesine rağmen bu artış nasıl sağlandı? Hani iyi yürekli Bartolomé de las Casas vardı ya, bu işin çaresini de o buldu. İspanya kralına Afrika´daki „vahşi” halkı Amerika´ya sevketmeyi teklif etti. Ve yaptılar. 1550 ile 1800 yılları arasında Afrika´dan tam 60 milyon insan köle olarak Amerika´ya getirildi.Gemilerde balık istifi taşınan bu insanların, yolculuk sırasında yarısının öldüğü yolundaki kayıtlar gözönüne alınırsa, Avrupalıların topraklarından söktüğü insanların sayısı 100 milyonu aşar.
Ve herşey Avrupa, yâni şu batı içindi ve artık o batı, batısından aldığı güç ile bizim için „Batı” olma yoluna girmiş sayılırdı. Doğu´nun kontrolünden çıkma noktasına gelmişti. O güne kadar Osmanlı´nın sadece birinci vezirlerine denk sayılan Avrupa kralları, artık bundan böyle padişahlara muhatap olabilme isteğinde bulunabilirlerdi. Ama biz bunu kolayca kabullenemezdik. Lâkin huzursuzluğumuz başlamıştı. Koçi Bey ayağa kalkmış bağırıyordu: „-İman tazelemeliyiz!” Tatarcıklı Abdullah Molla gözlerini ihtişam devirlerine dikerek hukuk da hukuk derken, günün birinde Gülhane´nin gül bahçelerine kokusu da, rengi de, şekli, şemâli de kendimize ve zevkimize hiç benzemeyen bir ağaç diktiler. Güyâ, hıristiyan tebaaya gölgelik. Beğenmediler. 1856´da kendilerini fes ilan edip başımıza oturdular. Artık Yorgo ve Hayık, İstefan ve Dimitri kendilerine buldukları batılı babaların nüfusuna geçebilirlerdi. Ve o babaların göğüs ceplerinde Kuzey ve Güney Amerika´nın, Okyanus´taki bütün adaların ve Afrika vâdilerinin milyonlarca insanının dürülmüş defterleri de vardı.
VE NİHAYET BATI
Biz buhurdanlık ile yüzyıllardır haşır neşirdik. Ama 1687´de Fransız Denis Papin´in buharı bir kazana hapsedip kazanın ağzına yerleştirdiği silindiri ileri geri oynatmasını akıl etmesine şaşırıp kaldık. Bildiğim kadarıyle deneyenimiz de çıkmadı. James Watt, Papin´in patlayıp duran kazanının aksine daha iyisini yaptı. 1764´te James Hargreaves, ilk dokuma tezgâhını kurdu. Tezgâhlar peşpeşe sıralandı ve fabrikalar doğdu. 1807´de Rubert Fulton buhar kazanını gemiye oturttu. George Stephenson da 1814´de raylar üzerine.
Yoo, o 200 yıl sadece bilim, teknik, deneme, yanılma yılı değil; Batı´nın en kanlı, en vahşi seneleri uzanıyor orada. Adam adama boğazlaşma yılları. Katolik, protestan, evangelist, Lutheran, Kalvinist, Svinglian birbirine girmişti de hani, otuz yıl, yüzyıl dövüşmüşlerdi de, kimin dün kimin yanında, bugün karşısında olduğu bilinemez hâle gelmişti ya… Sonra Alman, Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan falan falan… İğrenç yıllar. Birbirinin tekrarı, tekrarın tekrarı işler… Ölesiye çalışma, ölesiye vuruşma yılları. 7-8 yaşındaki çocuklar dokuma fabrikalarında günde 10-12 saat çalıştırılırken, 18-19 yaşındaki yeni yetmeler cephelerde birbirlerini öldürüyorlardı. Karl Marks, fabrikatörlerin üretim artışından elde ettikleri kârı, bu kârın işçilerin su gibi akan ve karşılığını bulamayan alın terinden oluştuğunu görünce, hele Londra İşçi Birliği´nden yükselen öfkeli sesleri duyunca, tamam, demiş ve o meşhur proleterya imparatorluğunun hayali temellerini atıvermiş. 1885´te de ölmüş. Ama kapitalist dünya, işçi-işveren arasında şu ya da bu oranlarda bir uzlaşma dengesi kurmuş ve hükmünü bu güne kadar yürütmüş.
Acaba bu arada ne değişmiş?
Eğer Mahatma Gandi gibi düşünürsek, değişen hiçbir şey yok! İnsanlar, kendilerine gerekli olmayan birçok şeyin bağımlısı yapılarak, köleleştirilmişler. İhtiyaçların gönüllü kölesi yapılmışlar. Aç gözlü hâle getirilmişler. İhtiyaçları olmayan „ihtiyaçlarını” makinalaştırmışlar ve bunun adına da „Batı Medeniyeti” demişler. Hoş, çoğu insan, elle tutulur, gözle görülür medeniliklere pek direnmemiş, hemen kabullenivermiş. Ama iş, oyuncaklarda bırakılmamış; yüreğe, düşünceye uzatılmış. İllâ da, dil ile ikrar, kalp ile tasdik denilmiş. Olmaz diyenlerin başına ateşler yağdırılmış ve oldurulmuş. Böylece „vahşiler” medenileştirilmiş. Aslında, ellerini yüreklere indirmelerinin ve vahşileri medenileştirmelerinin sebebi, tek yönlü kâr esasına dayattıkları düzenin oturtulması. Zaman zaman birbirleriyle çatışmalarının sebebi ise, pay oranlarının iyileştirilmesi isteği. Bu noktada, kullandıkları metodlar arasında farklılıklar ortaya çıkmış. Yarışanlardan bazıları, insanların yerleşmiş düşünce, âdet ve alışkanlıklarını kullanırken, bu imkânları rakiplerine kaptıranlar başka çıban başları aramışlar. Hep yapageldikleri gibi. Liberalizm, sosyalizm, komünizm… İşlerine yarayacaksa birbirinin karışımı… Sosyalist ve liberal, komünist ve milliyetçi, hristiyan ve hepsi. Hitler´i en çok destekleyenler protestanlar. Önemli olan, kendisine ayak bağı olanın gözünü oyabilmek… Mümkünse tek başına, olmazsa koruyacağı menfaatlerin büyüklüğüne göre değişen yandaşlarla. Merkez güçleri, uzlaşma devletleri, Avrupa topluluğu…
BİZİMKİLER
Güneşin battığı taraf Batı haline gelirken biz ne yapıyorduk? Uyuduğumuzu iddia edenler varsa eğer, bunlar uyumağa devam edenlerdir. Doğunun sakinleri de uyumadılar. Coğrafyalarının, inançlarının, karakterlerinin izin verdiği ölçüde yarıştan kopmamağa çalıştılar. Ama meselâ, çöl aylakçıları deyip Arap yarımadasının insanlarını, iflâh olmaz kâfir deyip İmparatorluk hristiyanlarını toplayıp Tuna vadisine, Bosna ovalarına götürüp boğaz tokluğuna çalıştır(a)madılar. Endülüs´te sağ kalan bir tek müslüman yok muydu? Onların alnına çıra isiyle vaftiz çarmıhını çizen papaz cennette baş köşeyi hak ettiğini düşünmüştür mutlaka. Koskoca Osmanlı ülkesinde yüz tane sünnetçi mi yoktu? Bütün hristiyan tebaanın erkeklerini 600 senede sünnet edemeyecek kadar beceriksiz miydiler? Bırakın Afrika´nın, Amerika´nın kara çocuklarını, okyanusun dibindeki bilmem ne adacığının seksen yaşındaki ihtiyarını bile haçlandıranlara ne buyurulur peki? Yoo hayır, böyle söylerken Türk asıllı ne ilk, ne de son halifeyi suçluyorum. Benim sözüm, bizi biz olarak göremeyen bizimkileredir.
YETSİN Mİ?
Bütün bunları niçin söyledim? Neden… AB önünde diz çökenlerden olmadığım bilinsin diye…
Hasan Kayhan
(Yayın.270 – 2005-06-23, 11:05:03)