İZMİR’İN YOLLARINDA ZAFERE DOĞRU

30 Ağustos zafer bayramı üzerine birkaç kişi oturdukları gördükleri ağacın altında konuşuyorlardı. Kimisi büyük bir zafer olduğunu ilan ediliyor. Buna karşılık başka birileri de böyle bir savaşın olmadığını söyleyerek gerilmiş olan sinirleri kopacak hale getiriyorlardı.

Yaşadığım yerlerde bu tür insanlara çok rastladım. Ortak noktaları istiklal harbinin olmadığı, bu kahramanların sahte olduğu: İngiliz emperyalistlerinin uşağı olduklarına. O yapılan devrimlerin İslami yasaları ve medrese sistemini ortadan kaldırmak için; dış güçlerin desteğiyle kazanılmış uşaklar olduklarına ve sonuçta Türk kimliği ile Türk dili de Türklüğe ne kadar hasım olduklarını ifadeleri ile sanki büyük iş yapıyormuş gibi söylüyorlar.

Onlara gerek yazılı ve gerekse yaşamış insanların hayatlarından hatıralar sunsanız bile kafalarındaki yanlış bilgileri silemezsiniz. İstiklal harbi hakkında dedemden bizzat dinlemiş olduğum hatıraları anlattığım zaman kelli felli proflar, sözümona yazarlar, peşinden yüz binlerin gittiği meşhur kişilerin attığı yalanlar maalesef gerçeklerin üzerine kara bir çarşaf gibi korkutarak örtüyor. Bu tür insanlar ile konuşmak milli onura ve vicdana zarar veriyor.

Bu yüzden ailemden bazı yiğitlerin hatıralarını gördüğüm lüzum üzerine yazmak benim için şart oldu. Televizyonlara çıkıp istiklal harbi olmamıştır diyen sözüm ona bir bilim adamına; halktan binlerce cevap geliyordu fakat gördükleri halde ideolojileri icabı gerçeklere sırt dönmüşlerdi. Hatta Savaşı keşke Yunan kazansaydı diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Sakarya’dan İzmir’e kadar olan coğrafyada bir Yunan generalinin işlediği cinayetleri birçok yazar ele almıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban romanında bu konuyu işlemiştir. Dido Sotiriou adında bir Yunan yazarı, bugünkü Şirince‘de doğmuş ve mübadele ile Anadolu’dan ayrılmış. Yunanistan’da Benden Selam Söyleyin Anadolu’ya adlı kitabında onların yaptığı zulümden de bahsetmiştir. Ayrıca Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları, Halife Edip Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı, Ateşten Gömlek ve Vurun Kahbeye, daha sonra Tarık Buğra’nın Küçük Ağa ve daha eserlerde o zor dönemden bahsedilmiştir.

Mesele istiklal harbi değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son 300 yılında meydana gelen olaylara baktığımızda medrese zihniyetinin ve Şeyhülislamların fetvaları ile devlet yönetmenin imkansızlığı ortadadır. Bu Şeyhülislamların etkisiyle birçok ayaklanma olmuş; her isyan eden asi adeta Şeyhülislam fetvasıyla desteklenmiş ve o fetva fikriye padişahlar indirilmiş, cemiyet içindeki kargaşaya iç savaşa devam edilmiştir.

Devlette bundan çok zarar görmüştür. Ne zaman bilimsel bir çalışma olsa hemen isyancılar Şeyhülislama başvurarak fetva alıp matbaanın gelişimini engellemişler, astronomi, Nebahat, geometri, matematik, tıp bilimleri, resim ve müzik medreselerde günah diye ders olarak görülmesi yasaklanıp kaldırılmıştır. Geriye sadece dini ilimler kalmıştır.

Yüzyıllar boyunca gavur icadı diyerek batıdaki gelişmelere, bilimsel çalışmalara, teknik alandaki ilerlemelere kulak tıkamışlar. Elektrik ve taşıma araçları ülkemize çok sonra gitmiştir.

Lale devri bu tür gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Matbaa, kütüphanecilik, batı tarzı eğitim sistemi velhasılı dilde ve edebiyatta ya türkçenin önemi bu dönemde öne çıkmıştır. Nakil yoluyla mitolojik ve hikayemsi bir şekilde adeta masal anlatır gibi din öğreten bir takım molla ve müftüler, İslamı bilgileri farklı yorumlayıp fetva verip fetva alıp; Patrona Halil gibi bir hamam tellağı olan birisini isyanda öne geçirip ayaklanmışlardır. 1730’a kadar yapılan bütün yenilikleri gavur icadı deyip yerle bir etmişlerdir. Bu işe önayak olanlar, sadrazam ya ve diğer kişileri katlederek korku kültürünü yerleştirmeye çalışmışlardır.

Avrupa orduları çağın teknik ve bilimsel gelişmesine göre silahlandıkları için ordumuz devamlı savaşları kaybetmektedir. Üçüncü Mustafa, bu duruma bir çözüm bulmak için Alman kralı Frederick’ten eğer varsa iyi bir müneccim ve medyum istemiştir. O da mühendisler ve bilim adamlarına tavsiye etmiştir. Batılılaşmaya ilk önce askeri alanda başlayan Osmanlı İmparatorluğu, mühendishaneyi bahri hümayun ve berri hümayunu kurmuşlardır.

1774’te Kırım’ın elimizden çıkmasından sonra Osmanlı devleti, 1788’de Özi kalesindeki aldığı büyük darbe sonucunda; padişah birinci İ. Abdülhamit üzüntüsünden ölmüştür. Yerine geçen üçüncü Selim ile Türk dünyasında başlayan Ceditlik hareketi yani yenilikçiler olarak eğitim sisteminin, hukuk sisteminin, bilim ve teknik gelişmelerinin, dünya siyasetinin neresinde olduğumuzu anlamanın gerekli olduğunu 1789 Fransız ihtilali ile tam öğrenmiş oluyoruz. Yeni padişah üçüncü Selim yeniliklere açık; hayatı pahasına da olsa da yenilik yapmak isteyen sanatkar bir padişahtı. Nizami cedit olarak yeni bir askeri oluşum yapmış, ne yazıkki yine medrese kafalıların anlamadığı ve anlamak istemediği kendilerine has sömürü düzenini önleyecek olan nizamiye okullari Tıbbiye, Mülkiye askeriye gibi yeni eğitim tarzında olan okullari hedef olarak 1808’de kabakçı Mustafa ile isyan edip hepsini tahrip etmişler ve yıkmışlardır. Bu medrese sistemini savunanların yanında o devrin yeniçerileri ve Bektaşileri aynı safta ve Şeyhülislamın fetvasıyla devletin zarar görmesine meydan vermişlerdir.

İslam’da saltanat olmamasına rağmen: çünkü, saltanatta bütün yetkiler elinde olan bir padişah vardır ve onun sözleri adeta Kanundur; saltanat sahibi kendisini adeta yeryüzünde zillullah yani Allah’ın yeryüzünde gölgesi olarak görmektedir. Halbuki Hazreti Muhammed’den öğrendiğimize göre; insanlar, sadece Allahın kuludur. Allah’tan başka birine kul olmak; İslam dininden çıkmak demektir. Saltanatın olduğu yerde ise padişahlar halka kullarım diye hitap ediyor. Padişahın kulu olmak dinimize aykırıdır.

Burada şu fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim. Bir gün Mısır’da bir tellal bağırmaktadır. “Yoldan çekilin.! Hidiv Paşa’nın kulları gelmektedir!” Benim gibi garip bir Bektaşi de yol kenarında bu sözü duyar. “Şu hidiv Paşa’nın kulunu bir göreyim” der. Yol kenarında bekler. Önünde bağırarak yol açan bir tellalin yürüdüğü görkemli gelenleri görür. Hidiv Paşa’nın kulu olan ve at üzerinde gururlu bir şekilde duran ve arasıra sağa sola bakan, üzerindeki altın sırmaları güneş ışıklarıyla parlayan adama bir bakar. Kimseye çaktırmadan üzerindeki eski püskü yamalı elbiselerini gözden geçirir. Başını hafifçe havaya kaldırır: “Ya Rabbi, bir kendi kuluna bak; bir de Hidiv Paşa’nın kuluna” der.

Neyse biz konumuza dönelim. On üç cephede savaşan Osmanlı imparatorluğu büyük bir yenilgi almıştır. Yemen, hicaz, Filistin, Körfez, Arabistan, Irak, Suriye daha birçok vatan toprağı içinde bulunduğumuz müttefiklerle birlikte yenildiğimiz için; terk edilmiştir. Kaybeden tarafta Osmanlı imparatorluğu, Avusturya Macaristan imparatorluğu, Alman İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmiştir. Kazanan tarafta ise Rus İmparatorluğu, Bolşevik isyanı yüzünden tarihe karışmıştır. Bolşevik hareketi ile Rus İmparatorluğu büyük toprak kaybına uğramamıştır. Fakat, Osmanlı İmparatorluğu adeta elleri kolları bağlı olarak bir manda devleti gibi Orta Anadolu’nun çok küçük bir yerine sıkıştırmış..

İstanbul hükümeti İngilizler ile beraber hareket ederek; kendi tahtını ve devletin devamına bağımlı da olsa İngilizlerin lütfunda görmektedir. Fakat Türk milleti içteki azınlıkların azması ve dış düşmanların hareketlerimizi kısıtlanması sonucunda hürriyetini yitirdiğin anlamıştır. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” atasözümüzde olduğu gibi kutsal bir isyan başlatmıştır.

Bir zamanlar dünyayı titreten Türklerin tarih sahnesinden adeta çekilip; yok olması haline geldiğini gören, Türk dünyası, elini kolunu sıvayıp; Anadolu’da isyan eden Kuvayı Milliyecilere yardım ederek destek vererek onların başarıya ulaşmasını sağlamışlardır. Türkistan Azerbaycan, diğer Rusya Türkleri, altınlar göndererek ya da bizzat gelip savaşa katılarak destek vermişlerdir Hindistan Müslümanları da aynı desteği göstermişlerdir.

Şerif Hüseyin gibi insanlarda Osmanlı’ya ihanetlerini dinini değerlere bağlayarak haklı çıkarmayı bir vazife bilmişler. Büyük Arap Sultanlığı hayalleri, iç savaşlar içinde savaşarak yok olmuşlardır Araplar, Türklerin Müslümanlığını bir türlü içlerine sindirememişler. Sevgili Peygamberimizin, veda hutbesinde “bir Arabın bir Aceme, bir Acemin bir Araba üstünlüğü yoktur” demesine rağmen; Türkler, Araplara Kavmi Necip yani seçilmiş kavim diye övgüyle söz etmelerine rağmen; Araplar, Türk Müslümanlarına “Mevali” diyerek yani köle diye hitap etmişlerdir. Kölemen, mevali açıktan açığa Türklere söylenmiştir.

1922 yılının ağustos ayında 26 Ağustos günü taarruz eden Türk ordusu içinde başta kendi dedem Hüseyin Çavuş, kardeşi Halil İbrahim efendi ve onun küçüğü Arif Çavuş bizzat savaşmışlardır. Dedem Hüseyin Çavuş bando ve Sıhhiye bölüğünde, Halil İbrahim efendi haberleşme alanında yani muhabere bölümünde küçük kardeşi Arif Çavuş da, Fahrettin Paşa’nın emrindeki 5. Süvari Kolordusunda bulunuyormuş.

O zamanlar memlekette çok karışıkmış. Canını dişine takan Türk milleti bir kısmı; Türklüğün ölüm kalım savaşına canları dahil her şeylerini verirken; bazı vatan hayinleri ve padişah taraftarlarının baskısı altında kalarak; bir de eşkiyalar, halka zulmediyorum. Özellikle eşkiyalar, oğlu askerde olan aileleri soymak için evlerine geceleri baskınlar yapıyorlarmış. Bir gece dedemin babasının evine de Çökelez Dağı’nda bulunan bir eşkiya ve avanesi baskın yapmış. Çok ağır işkenceler edince; dedemin anası çok cesurmuş. Eşkiya başına;

“Sizin analarınız oğlan doğurdum diye hiç sevinmesin. Benim üç tane aslanım cephelerde düşmanla savaşıyor. Ya siz ne yapıyorsunuz? Asker anasına babasına işkence edip soyuyorsunuz!” deyin eşkiya başı;
“Sus konuşma koca karı!” dedikten sonra tüfeğin dipçiği ile gözlerine vurmuş.

İşin bir de bu tarafı var. Gerçi bu gün değişen bir şey yok. Bugünde kutsal değerleri çirkin amaçları için kullanıp, ormanları yakanlar, kul hakkı yiyenler, liyakatı olmadığı halde mevki makam gasbedenler, çalanlar çırpanlar, aklını kiraya vermiş hür akılla düşünmeyen yığınlara inandırıcı olmayan vatan millet, devlet, bayrak, insanlık, din iman ve sosyal adalet nutukları atanlar maalesef “biz görevimizi yaptık”diyen aslanlara, şehit ve gazilere, onların yetimlerine rağmen edepsizliğe ve arsızlığa devam etmektedirler. O aşağılık tipler her devirde ve yerde olacaklardır. Tıpkı para gibi onların vatanı ve milliyetleri, dinleri yoktur; yalnız onların çıkar ve kazançları vardır.

Daha önce Çiğiltepe’nin alınışını dedem Hüseyin Çavuştan dinlediğim şekliyle yazdım. Yunan ordusu Dumlupınar’da toplanarak bir meydan Savaşı verip Türkleri geri püskürtmeyi düşünüyormuş. Üç tarafı Türkler tarafından çevrilmiş olan Yunan birlikleri arkalarına bir dağı siper ederek; öne doğru bir cephe halinde hazırlanmışlar. Bütün hazırlıklarını öne doğru yapmışlar: fakat, Türk süvarilerini hiç hesaba katmamışlar. Çünkü, dağdan süvariler, katiyen gelemez diye hesap etmişler. Atların nallarına ve ayaklarına keçe sararak hiç ses çıkarmadan bütün gece boyunca dağdaki kayalık yerlerden ve dar geçitlerden geçen Türk süvarileri; sabahın ilk ışıklarıyla bayırlarda görünmeyen yerlerde toplanmışlar.

Düşman öğleye doğru karşıdan gelen Türk ordusu üzerine saldırıya geçmişler. Turan taktiğini uygulayan Türkler biraz geri çekilir gibi olunca; mevzisini bırakıp hücuma kalkan Yunan ordusu üzerine süvari kumandanı Fahrettin paşa’nın atlı yiğitleri yeri göğü inleterek dağdan aşağıya inince; neye uğradıklarını bilememişler ve Dumlupınar Meydan Savaşı otuz Ağustos günü kazanılmış ve Yunan kumandanları esir alınmış. En önemlisi İzmir’in dağlarında açan çiçekleri bu sıcakta ter ile özgürlük savaşında kan ile sulamak için İzmir yolunun kapısı açılmış. Büyük kumandan; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz!” emri ile İzmir yolunda ölüm kalım mücadelesine devam etmiş.

Şanlı Türk süvarileri kuyrukları düğümlenmiş atlarının ipek kadar ince olan koşarken sağa sola savrulan boyunlarındaki yelelerine yapışıp giderlerken dedem “Maşallah demiş Allah sizleri korusun” diye dua ederken; “Abiiii!” diye bir ses duyuyor. Bir de ne görsün; gülsarısı bir atın üzerinde küçük kardeşi. Var gücüyle “Arifff” diye bağırmış. Arif Çavuşta ona dönerek; “Allah izin verirse; İzmir’de buluşuruz abi!” demiş İzmir yolunda Türk süvarilerinin atların nalından çıkan toz bulutu içinde gözden kaybolmuş. Artık Yunan ordusu bir daha cephe tutamayacak hale gelmiş.

Dedem Hüseyin Çavuş, büyük taarruz hakkında çok yaşanmış olayları anlattı. Yolda ve sıhhıye alanlarında bulduğu yaralılara hep Halil İbrahim efendiyi ve süvari çavuşu Arif’i sormuş. Her aldığı cevapta kardeşlerinin isimleri geçmeyince bir oh çekip şükredermiş.

Ve güzel İzmir yolu açılmış. Süvariler, Nif (Kemal Paşa) denen yere yaklaşmışlar. Tam Belkave denilen geçide girerlerken Arif Çavuş, İzmir’e doğru bakmış. Yaklaşık iki haftadır at üzerinde; düşman cephe tutmasın diyerek aç susuz gelmenin verdiği yorgunluğu İzmir’i kokusunun geleceği noktada olması mutluluğa çevirirken göğsünde bir yanma hissetmiş. Böcektir herhalde deyip pek önem vermemiş. Terden derisine yapışmış olan içliğinin ılık ılık bir şeyle ıslandığı hissetmiş. Sağ elinde atının yularını sıkı sıkı tutarken, sol elini ıslaklığın olduğu yere sokar. Elini çıkarınca avucunun ve parmaklarında kırmızı kanını görür. Arkadaşlarına;

“Kardeşler ben yaralandım! Düşüyorum. Her şey vatan uğruna” der ve atının boynunu yelelerinden tutarak sarılır ve sarsılır. Arkadaşları hemen atının yularından tutarak kenara çekerler. Düşmanda kaçmaktadır. Ateş hattından çıkarıp tedavi için sıhhıye askerlerine teslim ederler.

Ve dedemler dokuz Eylül günü kahramanlık marşları çalarak İzmir’e girmişler. İki gün kardeşi Arifi Çavuşu arar sorar. İzmir yakınında bir askeri hastanede olduğunu öğrenir. Ciğerine şarapnel saplanmış. Gazi olarak köyüne dönmüştür. Çalışmaması ve hiç ağır bir şey kaldırmaması gerekiyormuş. Yol yapım vergisinden kurtulmak için yol yapımına gitmiş; daha orada iki kürek toprak atınca, ciğerindeki şarapnel daha derinlere inmiş ve büyük bir kanama neticesinde kahraman gazimiz süvari çavuşu güzel kızı Arife’yi yetim bırakarak dünyasını değiştirir.

Bu aziz vatan toprağı terimizle kanımızla yoğrularak gelecek kuşaklara hür ve bağımsız olarak bırakmak için şehitlerimiz, gazilerimiz bizlere emanet ettiler. Devleti tekrar kurabiliriz ama bir olursak. Milletimizi yaşatmak için önce adalet, karakter ve liyakat çok önemlidir. Kültürümüz ve anadilimiz yani Türkçemiz yaşadığı ve geliştiği müddetçe Türk milleti, “Türkiyeli” olarak değil TÜRK olarak yaşayacaktır. Hatimler ve çürük elmalar her dönemde olmuştur ve de olacaktır. Türkiye’de Türk Devletinde Türk gibi yaşayıp, Türkçeyi yaşatanlara bu yazı ithaf ederken; bu vatan için canını verenlere Allah’tan rahmet diler, ruhları şad olsun derim.

Halil GÜLEL
Side – Çolaklı / 30.08.2023

Şair, yazar ve ressam. 1955, Yukarıseyit / Çal / Denizli doğumlu. İki yaşındayken çocuk felci hastalığına yakalandı. Çeşitli yıllarda on defa ameliyat oldu. İlkokulu köyünde okuduktan sonra, ortaokulu Çal’da, liseyi Denizli’de bitirdi (1974). İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinden 1980’de mezun oldu. 1982’de Düsseldorf (Almanya) Güzel Sanatlar Akademisinde yüksek lisans yaptı. İstanbul’a yerleşerek yaşamını resim çalışmalarıyla sürdürdü. Hece ölçüsüyle halk şiiri geleneğine uygun şiirler yazan Halil Gülel, eserlerinde İslâm ahlâkı, yurtseverlik, gurbet temalarını işledi. Çeşitli şehirlerde kişisel resim sergileri açtı ve karma sergilere katıldı. Şiir, hikâye ve araştırma yazıları Türkiye, Azerbaycan, Almanya ve Hollanda’daki dergi ve gazetelerde yer aldı. Göçmen işçilerin sorunlarını işleyen çeşitli türde yazılar yazıp resimlemektedir. Eğitim ve kültür-kimlik konularında Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde konferanslar verdi. Batı Avrupa Türk Azınlığının oluşumunda kültür, sanat ve fikir bazında bazı projeler geliştirerek, bunları meşgul olduğu sanat alanlarında işlemektedir. 1989 yılında Aşığın Gönlü adlı şiiriyle Büyük Anadolu (Ankara) gazetesinin düzenlediği yarışmada ve 1990’da Bizim Kuşak (Ankara) dergisinin açtığı yarışmada bir şiiri ile birincilik, 1990 Avrupa Birinci Aşıklar Yarışmasında Jüri Özel Ödülünü, 1992’de yine Büyük Anadolu gazetesinin düzenlediği yarışmada ikincilik ödülü aldı. Bazı şiirleri bestelendi. ESERLERİ: Şiir: Onların Destanı (1990), Yarının Adı Ümittir (1990), Türk Dünyası Destanı (1992), Türk Birliğine Doğru (1993), Muhabbet Bağının Gülleri (1999), Bir Ergenekon Bin Ergenekon (1999), Türkün Altın Işığı (2001), Sevdikçe Şenlenir Kırmızı Güller (2001), Sırrımı Gönlümde Gizledim (2003). Hikâye: Yabanda Solan Güller (1999), Bizim Köyden Mektuplar (2001). Fikir: Türk Kültürü ve Batı Avrupa Türklüğü (1992), Avrupa Sanat Eserlerinde Yabancı (Türk) Düşmanlığı (1994), Culinarische Kuche (1996).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir