Bir Kitap ve Mamak Cehenneminden Bir Anı

Masamın üstünde yılbaşından sonra aldığım bir kitap duruyor. İdamı istenen sanıklarından biri olduğum MHP Davası ile ilgili ilk defa yazılmış 908 sayfalık, hacimli bir kitap bu.

DAVA’NIN DAVASI adlı bu kitap, istikbalimizi karartan, sağlığımızı mahveden bir sürecin olduğu kadar devlete ve adalete olan inançlarımızı da sarsan ve sonrasında her “kutsal”ı sorgulamamıza sebep olan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nı tahkikattan karar aşamasına kadar bütün serencamını belgelerle anlatıyor.

İstesem de benim için bu kitabı öyle bir solukta okumak mümkün olmadı… Ruhen ve bedenen yaşadığım travmalar birer birer gözümün önüne geliyor, ürperiyorum, göz yaşlarıma hakim olmadığım zamanlar oluyor. O vakit bir anlam veremediğim için “Ya bu devlet bizden ne istiyor, niye böyle yapıyor?” dediğim günler için şimdi esefle “Bu devlet bize neler yapmış ya..?” diyorum. Kitapta yer alan benimle ilgili bir kısmı okuyunca o gün yaşadıklarım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

O sabah her zaman olduğu gibi çok erken saatte getirildiğimiz duruşma salonunun yan tarafındaki alanda nedense bizi epey bir süre beklettiler. Başka bloklardan getirilen sanıkları içeri alıyorlardı. Önde ikinci sırada oturduğumuz için normalde bizi en önce almaları lazımdı. Bir saat kadar bekletilmiştik ve dışarıda bizden başka kimse kalmamıştı. Bu arada Mamak Muhabere Okulu’nda kalan Başbuğ ve arkadaşlarını getiren araçlar da ilerimizde duruyordu. Buna şaşırdım. Çünkü salona en son onları alıyorlardı.

Bizi salonun izleyiciler bölümüne yakın olan arka kapısından içeri aldılar ve önümüzde giden üstteğmen Piç Ahmet acele etmemiz için sinirli ve sert hareketlerle salonun en arkasındaki boş kalan sandalyelere oturmamızı işaret ediyordu. İp gibi dizilmiş halde hızla yürüyerek gösterdiği yerlere oturduk.

Duruşma heyetindeki hakimlerin yerlerini almış olduğunu görünce bu telaşın sebebini anladım. Hayret, en ön sırada Başbuğumuz ve diğerleri de oturmaktaydılar. Demek onları çok daha önceden getirerek salona almışlar dedim. Zaten onları getiren araçları dışarıda gördüğümde şaşırmıştım.

Heyetteki Vural Özenirler, adet üzere duruşmaya gelmeyen sanıklar, müdafa ve müdahil avukatları ile ilgili yoklamalarını yaptıktan sonra dilekçeler, yazışmalar ve yeni gelen avukatların vekaletnamelerini tutanağa geçirdi. Duruşmaya başlayacaktı ki, salonda birkaç arkadaş ayağa kalkarak seslerimizi yükselttik: “Söz almak istiyorum..!”

Cezaevinden alıp duruşma salonuna getirilirken bindiğimiz araçta arkadaşlarımızla aramızda bir gün önce yediğimiz korkunç dayağı konuşmuştuk. Sezai Durmaz, Baha Sertkaya, Bekir Biberli… gibi A blok’ta kalan 5-6 arkadaş, mahkeme dönüşü, isimlerimiz okunarak Kafes’te alıkonulmuş ve “Allah yarattı” denilmeden saatlerce dövülmüştük. Bu arada Bekir’in yüzü dağılmış, ön dişleri kırılmıştı. Hepimizin vücudu cop izleriyle mosmor vaziyetteydi. Daha araçtan inmeden orada karar aldık ve duruşma başlayınca söz alıp yaşadıklarımızı anlatıp cezaevi idaresini bu insanlık dışı uygulamalarından dolayı heyete şikayet edecektik.

“Söz almak istiyorum..!”, “Söz istiyorum efendim” diye bağırıyorduk ama biz en arkalarda oturduğumuz için salonun uğultusundan sesimiz duyulmuyordu. Duruşma boyunca gözleri hep üzerimizde olan avukatlarımızın zamanında müdahalesi ile konuşma talebimiz çok şükür heyete iletildi de hakimler “Ne var, ne oluyor?” gibi bir merakla yüzlerini bizlere çevirdiler.

Kısa bir tereddütten sonra “Ne hakkında söz istiyorsunuz?” diye soran duruşma reisi Vural Özenirler’e cevap vermek yerine ben hemen kürsüye doğru huruç ettim. Çünkü şimdi iddianamenin okunmasına bir başlandı mı artık söz almak mümkün olmayacaktı.

Oturduğumuz sıranın ortaya yakın bir yerinde olduğum için kürsüye gidecek ara koridora ulaşmak benim için pek kolay olmadı. Sonunda koridora çıktım. Bu sırada benden daha önlerde oturan Bekir’in sanık kürsüsünde konuşmasını duyunca ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü çok tatsız bir duruma düşmüştüm. Hemen başıma birkaç asker toplandı. “Geç yerine” diyorlar, beni oturtmak için zorluyorlardı. Biliyordum ki, yerime geçersem bana söz vermeyeceklerdi. Hemen sıralardan birinin arasına girdim.

Bu arada gözüm heyette, kulağım Bekir’deydi. Bekir, paldır küldür “Beni dövdüler” diye söze girince hakim onu “Kimsin? Adın soyadın nedir?” diye uyarmıştı. Bekir bunları cevapladıktan sonra tekrar söze başladı. “Ben A blokta kalıyorum. Mahkemeden sonra cezaevine gittiğimizde beni Kafes’e aldılar. Orada feci şekilde dövdüler, vura vura dişlerimi döktüler…” diyerek heyecanlı bir şekilde başına gelenleri anlatmaya çalışıyordu. “Teğmen, dün salonda çok sıkışınca tuvalete gitmek istediğim için bana bunları yaptırdı, vücuduma bakın ağzıma yüzüme bakın beni bu hale getirdiler” diyordu.

Girdiğim sırada boş yer yoktu mecburen bir arkadaşımın kucağına oturdum. Bu arada avukatlarımız söz almış Bekir’e yapılanlarla ilgili heyetle konuşuyorlardı. Nuri Eroğan “Müvekkilim Kafes’ten bahsediyor Ne kafesi bu? Bunlar kuş mu, yoksa hayvan mı?” diye yüklenmeye başlamıştı. Hülagu Balcılar ise o davudi sesiyle “Müvekkilim acilen hastaneye gönderilmeli ve ifadesi dikkate alınarak ona eziyet edenler hakkında suç duyurusunda bulunulmalı…” diyordu.

Bu arada yanlarına oturduğum arkadaşlar, bana “Ya ne konuşacaksın, boş ver? Ne değişecek? Gerek yok!”, gibi tuhafıma giden ve moralimi düşüren laflar ediyorlardı. Tam bu sırada salon inzibat subayı olan yüzbaşı da yanıma gelmişti. “Geç yerine, hakim söylemeden kalkamazsın” diye beni azarlamaya başlamıştı ki, Bekir’in kürsüden ayrıldığını gördüm. Hemen yüzbaşıya “Bak, Hakim beni çağırıyor” diyerek oradan fırladım. Öyle bir şey olmamıştı ama başka çare de yoktu. Ayağa kalkıp koridora çıktığımda askerin biri kolumdan tutmuştu. Geri dönüyormuş gibi yaparak kolumu ondan kurtardım ve koşar adım kürsüye gittim. Yapacağım konuşmayı kafamda önceden hazırlamıştım fakat Bekir benden önce dayak konusunu anlattığı için konuşmamda biraz değişiklik yapmaya hemen orada karar verdim.

Hemen adımı, soyadımı ve iddianamedeki kaçıncı sıradaki sanık olduğumu söyleyerek söze başladım. Hakim “Ne hakkında konuşacaksın” diyerek iki de bir sözümü kesiyordu. Aldırmadım. Dilimin döndüğünce cezaevindeki uygulamaları ve şikayetlerimi anlattım.

3 Eylül 1981 günüydü. Mahkeme bittikten sonra cezaevine götürülmüştük. Askerler A blok girişinde bulunan Kafes’in orada bizi durdurdular. Benim ve daha birkaç arkadaşımın isimleri okundu. Bir başçavuş, “Adı okunanlar ayrılsın” dedi. Ben Eren Kaya ile kelepçeliydim. Bileğimizdeki kelepçeyi söküp beni ayırdılar. Eren hoca yüzüme “eyvah eyvah..” der gibi bakıyordu.

Az sonra Kafes’in çevresi boşalmış diğer herkes koğuşlarına gitmişti. Askerler bana hemen “Sen mahkemede arkana dönüp baktın, yanındakilerle konuştun, tuvalete gitmek istedin…” gibi şeyler söylediler. Bu arada Üstteğmen Piç Ahmet yanımıza geldi ve askerlere görüşme kabinlerinin olduğu yeri işaret etti. Askerler beni o yana doğru sürükleyip oradaki kapalı bir bölmeye sokarak coplamaya başladılar…

Bu sırada Bekir Biberli, Sezai Durmaz ve Baha Sertkaya’yı kafeslere sokmuşlar, onları da orada dövüyorlardı. Ama ne dayaktı… Askerlerin küfürleri, bizim çığlık ve bağırtılarımızdan cezaevi yıkılıyor sanırdınız. Hani, ‘eşek sudan gelene kadar’ deriz ya, bizi de omuzu rütbeli bir eşekten “kesin dayağı” emri gelene kadar dövdüler. Mübalağa sanmayın, 2-3 saat sürdü bu dayak ve bağırmaktan artık sesim kısılmıştı. Kafestekilerin de sesleri çıkmıyordu. O gün akşam sayımından hemen önce bizleri kaldığımız yerlere gönderdiler. Ben Bekir’in dişlerinin döküldüğünü sabah mahkemeye götürülürken sevk aracında bir araya geldiğimizde görmüştüm. Bekir iyi bir boksördü. Senelerce yediği yumruklardan etkilenmeyen ön dişleri nasıl vurdularsa sökülmüştü. Nasıl bir dayak yediğimiz buradan da anlaşılır sanırım.

Dayak faslını az önce Bekir anlattığı için ben dayağa şöyle bir deyinip hepimizi rahatsız eden iki konuyu kürsüde dile getirmek istiyordum. İlki savunmalarımızın kısıtlanmasıydı. Kaldığım 3. koğuşta sabah kalk zili ile başlayan ve akşam sayımdan sonra yat emri ile biten bütün günümüz Atatürkçülük denen nazari ders kitaplarını okumak ve “rap rap” dediğimiz yerinde sayarak yürüyüp askeri marşlar söylediğimiz eğitimle ve dayakla geçiyordu. 46 kişilik ranza bulunan koğuşta 121 kişiye varan mevcut içinde bir köşeye çekilip 945 sayfalık dev iddianamemizi doğru dürüst okumaya bile fırsat bulamamıştım. Duruşmalara giderken kalem, kağıt götürmek yasaktı. Cezaevine her türlü kitap sokulması yasak olduğu için yargılandığımız kanun maddelerini bile bilmiyorduk. Hemen birçoğumuzun avukatı da yoktu. Keza aynı olaydan yargılanan ve idamı istenenlerin hiçbiri aynı koğuşta yani bir arada değildi. Nasıl savunma hazırlayacaktık… Bunlarla ilgili olarak cezaevi idaresine yazdığım dilekçenin üstüne kırmızı kalemle “Burası askeri bir kışladır sen de askersin” şeklinde bir cevap yazılmıştı. Yani “yargılanmadan suçlu oldun, ölmeden mezara sokuldun” denmek isteniyordu.

Mamak’ta beni ve bütün ülküdaşlarımı manevi olarak rahatsız eden en birinci konu “vatan haini” olarak aşağılanmamızdı. Cezaevine getirildiğimiz ilk günden itibaren bize bu gözle bakılıyor ve böyle hitap ediliyordu. “Vatan hainleri” diyenlerin, hepsi de subay ve astsubaylardı. Ve güya bunlar ülkemizin iç ve dış güvenliğini emanet ettiğimiz okumuş, aklı başında insanlardı. 18 yaşında milli hassasiyetleri olan bir gençtim. Hele komünistlerin yanında böyle söylemeleri beni çıldırtırdı. Dayak yemeyi göze alıp “Ben vatan haini değilim” diye cevap verirdim. Biz ülkücüydük. Öyle ya bize “Türk milletini sevmek yetmez, onun yükselmesi, mutluluğu ve refahı için çok çalışmak gerekir. Türk vatanını her türlü tehlikeden korumak için uyanık olmanız lazım” diye öğretmişlerdi.

İddianamemiz bize verilmeden önce(!) Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilmişti. Orada TCK. 146 ve 149. maddelerden yargılandığımızı, Hitler ve Mussolini gibi faşist devlet kurmak istediğimizi okuyunca da deli olmuştum. 3. koğuşa getirildiğimde Hakkı Duran ağabeye sanki o da bu davada sanık değilmiş gibi yana yakıla bu durumu şikayet ettiğimde “Üzülme Recep, Adnan Menderes’i de o maddeden yargıladılar. Bak Menderes hala halkın gönlünde yaşıyor ama onu mahkum edenler lanetle anılıyorlar” demişti. Söyledikleri doğruydu ama bu sözler yüreğime su serpmemişti.

Bir süre sonra bizlere de iddianamelerimiz dağıtıldı. “Biz nasıl faşistmişiz?” diye merakla okumaya başladım. Tarihi köklerimizin İttihat ve Terakki dönemine dayandığının, Türk Ocağı’nı kurup Türk Yurdu Dergisi’ni çıkaran Ziya Gökalp’lerin izinden gittiğimizin, Turancı olduğumuzun suçmuş gibi yazıldığı bu safsata derlemesini okudukça ağzımı bozup bunu hazırlayanların yedi ceddine sövdüğümü hatırlıyorum. 1944’te açılan ve sonu beraatle biten davanın bütün saçmalıklarını da buraya almışlardı.

İşte kürsüye geldiğimde bu haleti ruhiye içindeydim. Son olarak “Bize vatan haini damgası vuruyorlar. Burada resmen açıklamak istiyorum. Ben Türk milliyetçisiyim. Bununla da gurur duyuyorum” dedim. Hakim “Tamam yerinize geçin” dedi. Kürsüden indim. Yerime döneceğim. Herkes gibi Başbuğuma bir baş ve topuk selamı vereyim dedim. Allah alla… Başbuğum yerinde yoktu. Sağlık sebebiyle raporlu olduğu için bir haftadır duruşmalara katılmamıştı ama onun bugün duruşmaya getirildiğini biliyordum. Bakıyorum, baştaki sandalyede Taha Akyol ağabey oturuyor. Koridora girmek üzereyken ön sıraya çabucak tekrar baktım, Başbuğum epey ileride oturuyordu. Tabii durumu anladım ve selam veremediğime değil Başbuğuma yapılan bu ikinci kasıtlı uygulamaya çok kızdım. Hani ilk gün yaptığımız İstiklal Marşı okuma eyleminden sonra Başbuğumu bizden önce getirip salona sokuyorlardı ya; şimdi de her kürsüye çıkan onu selamladığı ve hatta elini öptüğü için yerini değiştirmişlerdi.

Bu arada salon birdenbire karıştı. Ön taraflarda “Vurmayın lan Allahsızlar” diye bir nara patladı. Dönüp baktığımda bizim Yahya Günaşan’ın sandalyenin üstüne çıkarak bağırdığını gördüm. Ağzına geleni söylüyor, herkese sövüyordu. Mahkeme başkanının işaretiyle Yahya’yı yaka paça dışarı çıkardılar. Savcı Nurettin Soyer söz alıp Yahya’nın psikolojik rahatsızlıkları olduğuna dair tutanaklar olduğunu söyleyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyordu. Peki, Yahya rahatsızsa hastanede olması gerekmez miydi?

4 Eylül Cuma günkü duruşmada benzeri bir fırtınayı da avukat Şevket Can Özbay estirdi. O da söz aldı ve “Siz burada Türk milliyetçiliğini yargılıyorsunuz. Ben ülkücüyüm ve bununla da iftihar ediyorum” dedi. Ama hakim hemen onun sözünü kesti ve konuşturmak istemedi. Şevket ağabey ile hakim epey tartıştılar. Aslında yavaş yavaş mahkemeye ağırlığımızı koymaya başlamıştık ama ona da bir çare buldular. Kısa bir süre sonra her bölgenin dosyalarını ayırıp bizi başka mahkemelere yolladılar. Artık fikrimizin haysiyet ve şahsımızın izzet-i nefis mücadelesini oralarda sürdürecektik.

Cumartesi günüydü. Koğuştaki okuduğumuz gazetelere baktım. Cumhuriyet’in manşetinde Kenan Evren’in Sivas Kongresi yıldönümü münasebetiyle gittiği Sivas’tan yaptığı bir açıklama vardı. “Milliyetçilik kimsenin tekelinde değildir. Hiçbir gayri resmi örgüt devlet güvenlik güçlerinin yetkilerini kullanamaz. Çete kurulması asla hoş görülemez. Bunlar yasal takibattan kurtulamazlar. Bizim için sağı da solu da aynı kefeye koyuyorlar diye kampanyalar yapıyorlar. Biz kimse için özel mahkeme kurmadık. Yeni kanun da çıkarmadık… Mevcut mahkemelerimizle mevcut kanunlarımızı işletiyoruz. Kim adam öldürmüş, kimler halkın huzurunu bozmuş, kimler soygun yapmış, kimler örgüt kurmuşsa …” yaveleri uzayıp gidiyordu.

Güler misin ağlar mısın? Gazetenin sağ üst köşesindeki başlıkta ise “Gözaltı süresi 45 güne indirildi” yazıyordu. Halbuki önceden bir gün olan gözaltı süresini 12 Eylül’den hemen sonra yeni bir kanunla 90 güne çıkarmıştı. Yani Netekim Paşa, 90 gün işkenceyi resmileştirdiğini unutmuştu. Milliyet gazetesinin de manşetinde “Kenan Evren: Milliyetçiliğe tekel konamaz” yazıyordu.

O gün kürsüye çıktığımda sarf ettiğim sözlerle meğer bilmeden koca bir taşı yerinden oynatmıştım. Pazar günü de Cumhuriyet’te, benim ve Nuri Eroğan ağabeyin tutanaklara geçen sözlerimiz manşetten verildi. Haberin devamında “Sayın Mahkeme Heyeti, Adım Recep Küçükizsiz. 128 numaralı sanık olarak tutuklu bulunuyorum. Şu anda burada yani mahkemedeki davranışlarımız sebebiyle cezaevi idaresi tarafından cezalandırılıyoruz. Devamlı dövülüyoruz. Ayrıca bize vatan haini damgası vuruluyor. Ben Türk milliyetçisiyim ve bununla gurur duyuyorum. Atatürk de Türk milliyetçisiydi. Eğer biz vatan haini isek ben burada resmen ilan ediyorum: Ben Türk milliyetçisiyim. Bunu bildirmeyi görev bildim efendim…” şeklindeki konuşmam yer alıyordu.

O gün yine Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki “Gözlem” adlı köşesinde Kenan Evren’in sözleri ile bize saldırıyordu: “Devlet Başkanı Sayın Evren’in Sivas konuşmasında milliyetçiliğin kimsenin tekeli altında olmadığını söylemesi, hiç şüphesiz birçok yurttaşın ortak görüşünü yansıtmıştır. Evet, ne demektir ‘milliyetçiliğin’ bir takım kuruluşların ve kişilerin tekeli altında gösterilmesi..?” diye darbecilere goygoyculuk yaparken içindeki ülkücülere olan kinini de kusuyordu.

Yazısının devamında “Milliyetçilik, bir milleti, bir ulusu, bir halkı oluşturan bireylerdeki yurtseverlik sevgisinin ortak adıdır. Bu sevgi, milleti, ulusu, halkı yüceltmek, gönenç ve barış içinde yaşatma isteğinin temelini oluşturur. Bu değil midir «milliyetçilik» daha doğrusu «çağdaş milliyetçilik»?

Bu görüşün, bu milleti oluşturan bütünün genel çıkarlarına uygun düşmesi gerekir. Öyle değil mi? Bir azınlığın çıkarları, bir sömürünün çıkar dolapları, «milliyetçi» olur mu hiç? Hele hele, cinayetin, adam öldürmenin, soygunun ve gasbın «milliyetçisi» olur mu? Adam çıkacak: Ben cinayet işledim ama milliyetçiyim… Ceza yasasında, «meşru müdafaa» ve «zaruret hali» gibi genel hükümler dışında «milliyetçi görüşlü olduğunu söyleyenin cezası kaldırılır» diye bir özel hükme rastlanmamaktadır! Ceza yasası, eylemi ölçü alır, bu eylemin sahibini yargılar, ötesine karışmaz. Bunun gibi, «Ben devrimciyim, bu nedenle adam öldürdüm diyenin sığınacağı hiçbir özür gerekçesi yoktur…

12 Eylül’den önce çok kez söyledik, çok kez yazdık, katilin sağcısı, solcusu olmaz, katil katildir. Yasa, cinayet işleyenin, sağcı ve de solcu olduğuna göre değişen bir ölçü kullanmaz. Yansız devlet aygıtı şöyle düşünür: Adam öldürenin yakasına yapışırım, kafasındaki düşünceye bakmam… Yansız olmayan devlet aygıtı, katilin, sağcısı ve solcusu arasında ayrım yapar; birinden yana çıkar, ötekini cezalandırmaya çalışır. Bu tutum, önce devleti yaralar ve devlet, bu tutumla, adım adım yozlaşır. Bunca olay yaşandıktan sonra şunu artık herkesin iyice kabul etmesi gerekir: Katilin sağcısı solcusu olmaz, katil, katildir…

«Milliyetçilik» konusunda bir de şu ayrımın altını kalın çizgilerle çizmek gerekir: Bizim kuşağın «milliyetçilik» anlayışı, Atatürk milliyetçiliği anlayışıdır. Bazılarımızın milliyetçi anlayışı ise «Osmanlı milliyetçiliği» ondan da öte «ırk» temeline dayanan «ırkçı milliyetçilik» anlayışına dayanır. Ulusal sınırları içinde yaşayan yurttaşların, ırk ayrımı, sınıf ayrımı, siyasal düşünce, dinsel inanç ve mezhep ayrımı gözetilmeden barış içinde ve özgürce yaşaması, milliyetçilik, daha doğru tanımla, «Atatürk milliyetçiliği» demektir.

Atatürk milliyetçiliği de «devrimcilik, halkçılık, laiklik, devletçilik, cumhuriyetçilik» ilkelerine dayanır. Ve Atatürk milliyetçiliği, Ulusal Kurtuluş Savaşı verdiği için antiemperyalist, yepyeni bir devlet kurduğu için «devrimci», çok partili düzene yol açtığı için de ilericidir. Milliyetçiliğin çağdaşlığı da buradadır.

Sultan Vahdettin’e, Ulu Hakan Abdülhamid’e övgüler düzen Osmanlı milliyetçiliği ile «Kuvayı Milliye ruhu» ile yoğrulan «Atatürk milliyetçiliği» elbette birbirine karşıt kavramlardır. Ve işte «milliyetçilik tekeli» kurmak isteyenlerin el çabukluğu da buradadır: Atatürk milliyetçiliğini unutturmak, yerine Osmanlı milliyetçiliğini yerleştirip, bunu da «milliyetçilik» adı altında «tekel altına» almak… Ama yağma yok; geçici olarak göz boyasalar da insanları kandırsalar da er geç milliyetçiliğin ne olduğu daha doğrusu, ne olmadığı gün geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır…” diyordu.

Özetleyecek olursam, o gün MHP mahkemelerinde ilk defa işkenceyi dile getirmiş olduk. Bu açtığımız yol, daha sonra birçok arkadaşımızın cezaevindeki işkenceleri mahkemelere taşımasına sebep oldu. Şikayetçi olduğumuz işkenceci Üstteğmen Piç Ahmet, Mamak Cezaevi’nden gitti. Fakat bu arada özellikle belirtmek isterim ki, hala içimizde birçok arkadaşımız Pehlivanoğlu’nu idam eden Aydın Demirkol, Mehmet Kazgan, Bekir Bağ, Rafet Demir gibi ülküdaşlarımızı işkenceyle şehit eden darbecileri devlet sanıyor ve “bu sahte kutsalı” sorgulamıyordu. Hatta “Kan tükürdük kızılcık şerbeti içtik” diyerek bu “sahte kutsalları” korumaya devam ediyorlardı. Bu yüzden Mamak Cezaevi’ne işkence soruşturması için gelen Uluslararası İnsan Hakları Heyeti’ne, parlamento komisyonlarına yaşadıklarımızı sanki iyi bir marifetmiş gibi anlatmadılar. Ve biz açlık grevleri de yaparak senelerce bu işkenceleri bitirmeye çalıştık. Mamak’tan başka cezaevlerine dağıtılana kadar da sırtımızdan cop eksik olmadı.

Evet, 12 Eylül 1980’e kadar bu memlekette Marksizmin silahlı her franksiyonu, bölücülüğün her türlüsü, zaman zaman da İslamcıların murdarları ile ölüm kalım mücadelesi veren;, bunlara karşı milletimizin doğal savunma sistemi olarak harekete geçen ve devleti ayakta tutmaya çalışan ülkücüleri, Atatürkçü diktatorya aynı 3 Mayıs 1944’te “Türkçülük hareketini” acımasızca ezerek tasfiye ettiği gibi 12 Eylül 1980’de de ülkücüleri böyle bir operasyonla yok etmek istemişti. Ama dayanağı sadece Allah ve Türk milleti olan ülkücüler 12 Eylül’e rağmen var oldular. Ne idamlar, ne işkenceler, ne zindanlar ne de safsata mahkemeler ülkücüleri davasından döndüremedi. Türkeş’in işaret ettiği gibi “Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir, kaba kuvvetle ezilemez.” Aynı dediği gibi oldu.

On bir buçuk yıllık cezaevi hayatımın yedi yılının sadece altı ayı koğuşta, geri kalanını hücrelerde geçirdiğim Mamak cehennemindeki hapis günlerimden “Dava’nın Davası – Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı” adlı kitap münasebetiyle bahsetmiş oldum.

Avukat Şerafettin Yılmaz ağabeyin öncülüğündeki samimi bir ekibin yıllar süren fedakar çalışmaları ile hazırlanan bu kitap Raşit Demirtaş ve Mahir Durakoğlu ağabeyler tarafından kaleme alınarak tarihimize önemli bir kaynak oluşturuldu. Emeği geçen herkese gönülden şükranlarımı sunarken bütün ülküdaşlarıma da bu kitabı mutlaka okumalarını hararetle tavsiye ederim.

Dava’nın Davası-Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı

Raşit Demirtaş, Mahir Durakoğlu

Ötüken Neşriyat, İst., Aralık-2023, 912 sayfa

Recep Küçükizsiz, Adanalı olup ilk ve ortokulu memleketinde okudu. Adana Erkek Lisesi'nde başlayan lise tahsilini Kadirli ve Antakya'da okuyarak tamamlayabildi. Ülkücü olduğu için 3 kez hapse girdi. 12 Eylül darbesinden sonra tutuklanıp MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. Alparslan Türkeş ile birlikte idamı istenen 220 ülkücüden birisiydi. Mamak Mahkemeleri'nde "iki idam, bir müebbet hapis" cezasına çarptırıldı. Adana, Mamak, Gaziantep, Bursa, Bayrampaşa gibi cezaevlerinde 11 yılı aşkın hapis yattı. Cezaevinde İktisat fakültesini bitirdi. 1991 senesinde, "Şartlı Salıverme Kanunu" gereği serbest bırakıldıysa da Yargıtay'ın "her idam cezası için 10 yıl yatılacak" şeklindeki kararı üzerine Almanya'ya iltica etti. Uzun yıllar Avrupa Türk Federasyonu'nda yönetici olarak görev yaptı. Evli ve dört çocuk babasıdır. 2000 senesinde çıkarılan ve kamuoyunda "Rahşan affı" olarak bilinen kanundan "Cezaevlerinde yatan üç-beş çapulcu için hükümeti bozamam" diyerek Ülkücülerin faydalanmasını engelleyen Devlet Bahçeli'ye tepki olarak Yusufiyeliler Hareketini başlatıp, haksız bir şekilde cezaevlerinde yatmakta olan arkadaşlarının sesi oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir