ŞEHİT SELAHATTİN TURGAY DALOĞLU

Sanırım kocamışlık iyice sardı tinimizi. Bir de Korona Virüs etkisi ile evde kapanmanın vurucu gücü!
Ha, ben öyle çok gezen, ortalıkta dolanan, konuşacak kişi arayan biri değilim de “Evde kal” zorunluluğu canımı sıkıyor. Yoksa, bir kitabı sonlandırayım, diye üç ay sokağa çıkmadığım zamanlar oldu.

İşte hangi etki ile bilemem, illa da geçmişten esintiler düşüyor klavyeme. İster ye ister yeme! Ölümünün Şehitlik olduğuna gönülden inandığım ve Ülkücü Şehitler sıralamasında olması gerektiğini düşündüğüm bir kişiden, hadi sözü esirgemeyeyim, Tanrı’nın yarattığı en delikanlı gariplerden birinden söz etmezsem inanın bana yakışmaz. Hele Erzurum’dan söz etmeye başlayınca…

Selahattin Ağabeyim, hakkında geçmişte bir yazı yazmıştım. Ama yazı savurganlığım nedeni ile nerededir bilmem. Okuyan oldu mu, onu da bilmem. Yazmak için im geldi! Evet, uçmaklık ağabey kendini hatırlattı.
Ha, şunu baştan belirteyim, aman sakın ha bana ermiş, mermiş falan filan tipi bir yakıştırmaya davranmayın. Bakın en argo şekliyle, özür dileyerek söylüyorum: Çaksanız girmez. ama zaman zaman oluyor işte!

Hani Erzurum duygusallığı düştü ya yüreğimize, Uçmaklık Selahattin Ağabey, çıkıp geldi düşümüze. Onun kendine has, ezici bir gülümsemesi vardı, bilenler bilir. Rahatsızlığından dolayı, başını hep eğerdi ya bir yana doğru. Hatta birine bakarken, biriyle konuşurken zorlanır gibi olurdu ya! İşte öyle bir bakış ve gülümseme ile karşımdaydı. Sonra döndü, yürüdü gitti.

Sabah uyandığımda, hatırladım ya, hiç aldırmadım önce. Sonra yavaş yavaş bir değişik duygu! Anladım ki anılmak diledi ulu tini.

Ey Erzurumlular, hadi Erzurumlu Ülkücüler için uydurulan fıkrayı hatırlayalım acı acı gülerek. Has Dadaş Has yiğit Selahattin Turgay Daloğlu ağabeyimizin ulu tinine “Bilenler birer Fatiha bilmeyenler de bir Kulhü gönderiversinler”. İnanın yerini bulur. Ben mi? Ben yazacağımı yazacağım o kadar. Elimden de dilimden de gelen bu!

Kalacak bir ev arıyoruz yıl sanırım 1978 ya da 1979… Kim söyledi hatırlayamadım. “Bizim Selahattin Ağabeyin bir evi var. Hele bir bakın!” dedi. Adresi de verdi. Selamımı söyleyin, ekledi.
Gidip bakayım, dedim. Taş duvarlar arasında bir bahçe, yarı açık bir tahta kapı çıktı karşıma. Evin yeri güzeldi. Yakında bir hamam da var! Pek beni ilgilendirmese de bahçesi, iki katlı, eski, değişik, ama en azından toprak tavanlı değildi.

Bahçe kapısından girince zaten bakımsızlık, yoksulluk hemen tanımını yapıyordu. Dış kapı açık. Girince yukarıya çıkan eski tahta bir merdiven. Sağda bir kapı. Elbette bakımsızlığa has bir koku…
Seslendim. Kimse yok. Bir daha, yine kim yok. Alt kattaki kapı kilitli. Merdivenleri çıktım gürültü çıkararak. Tam karşıda açık bir kapı. Girdim. Tabanı tahta, iki yanda büyük penceresi olan aydınlık bir oda. Valla öğrenci için çok bile. Tamam, dedim kimseyle görüşmeden. İşimizi görür. Hemen yanda bir kapı daha vardı. İttim, açıldı. Küçük bir oda… Küçük bir masa… Bir sandalye. Büyük bir yatak ki, odada başka yer kalmamış. Yatağın üzerinde bir değişik adem oturmakta. Elinde kitap… En az beş tane de kedi. İrkilmedim desem yanlış olur. Adamın kapısını çalmadan açtık.

“Kusura bakma ağabey” dedim. Seslendim, karşılık gelmedi. Ben de… Boynu eğik, “Duymadım” dedi. “Buyurun!” Bakın, adını duymuştum Selahattin Ağabey’in. Piyesi vardı. “Hamalın Dramı”… İzlememiştim Ya, bizim bebelerden biri oynamıştı. Şimdi karşımda böyle değişik bir adem görünce… Nasıl anlatayım ki? Pek benzetemedim. Durum değişik. Görüntü değişik, ama ses veren kişi tam bir beyefendi. Öyle kibar, öyle iyilik dolu konuşuyor ki. Neyse…

Konuyu anlattım. Dedim işte kiralık ev… Oda demedik. Ne bileyim. Ev dedik. O da bir alışkanlık. Bana söyleyeni de söyledim. Selamını da… Şimdi dikkat edin! Lütfen dikkat edin! Allah için dikkat edin! “O gönderdiğine göre, Ülkücüsün” dedi. “İşte oda orada. Bak. İstersen tut. yerleş.” Ya Hu arkadaş! Belli ki garibansın. Belli ki yoksulsun. Kişi önce aylığı söylemez mi? Kaç kişi kalacaksınız falan, demez mi? Şart ileri sürmez mi?

Selahattin Ağabey’in derdi, Ülkücülük. Dedim, “Ağabey, kirası!” “Sen bir bak” dedi. “O iş kolay. Rahat ederim dersen…” Sonra evin tuvaletini, ki alt kattaydı, su işini, ki ortaktı, Elektrik işini ki hatırladığım o da ortaktı söyledi. Ardından da “Ben bir çay koyayım. Sen odaya bak!” deyip kalkmaya doğruldu.
Hemen yerde bir küçük tüp. üzerinde çaydanlık… Ben çıkıp odaya bir daha baktım. Üç kişiydik. Şöyle bir yatak, şöyle bir yatak daha, biri de şu yana… Şuraya bir masa… Tamam.

Çayı koymuştu Selahattin Ağabey. Yaktaki kedilerin izin verdiğince oturdum. Aslında o zamanlar kedileri hiç sevmezdim ya biraz da itici geldi durum. Ağabey bir çay koydu. Başladı anlatmaya. Konu konu üzerine değil. Bir tek konu üzerine: Ülkücülük… Bir de yazmak… Kitaplar… Ben bu kadar dava sayrısı ve bu kadar davası için yazmak isteyen birini daha önce tanımadım. Yemek verme. Çay verme ki… Erzurumluya çay vermemek ne demektir, bilen bilir. Ama kağıt ver, kalem ver, yazsın. Parası yok, ki eminim o gün cebinde dışarı çıkıp bir çay içecek parası yoktu, ama olsa hemen gidip yazdığı bir kitabı bastıracak.

Epeyce oturduk. Benim derdim başka. “Ağabey, biz üç arkadaşız. Evi tutacağım. Kirası nedir?” Ömrümün çoğu kirada geçen biri olarak, alacağı kirayı söyleyemeyen, hem de bu kadar yoksul, hem d ebu kadar gariban birini görmedim desem, bu yazıda çok kullandığım “Görmedim” sözcüğünün gerçekliğine, dilerim inanırsınız.

Sözü dağa vuruyor, ovaya vuruyor. “Ağabey kirası.” Yok! Karşılık yok. Deli olacağım. En sonunda dedi ki: “Valla ben öğrenciye hele gurbetteki adama kira falan söyleyemem. Sen ne istersen…” “Ağabey öyle olmaz.” “Ben seni sevdim” dedi. “Ülkücüsün. Gel taşın. Sonra da arkadaşlarınla görüş. Ne
isterseniz verin!” Üstelemedim. Kapora bırakayım, dedim. Onu da istemedi. Bir değişik bir başka kişioğluyla böylece tanışmış olduk.

Selahattin Ağabey’le çok iyi anlaştık. O ciddi, gariban görüntüsü altında, yufka bir kişi yüreği taşırdı ki inanılmazdı. Bir de bilgi yükü, o iyice inanılmazdı.

Kapısı hiçbir zaman kilitli değildi. Biz de onu taklit edip kilitlemedik. Aşağıda uyduruk bir mutfak vardı. Bir küçük tüpümüzü çoğu kez odada ki soğuktu dışarısı, az da aşağıdaki uyduruk mutfakta aş ve çay için kullandık. Bu evde iki yıla yakın kaldık. Aşağıya da yine bir sınıf arkadaşımız taşındı. Beş kişi öylece idare ettik. Neler yaşamadık ki…

En değişiği siyasi olmayan bir nedenle bize kızan bir şerefsiz arkadaşımızın bizi “Dev-Solcu” diye ihbar etmesi sonucu, filmlerde görülen tip bir baskın bile yaşadık o evde. 12 Eylül’e o evde yakalandık. Değişik malzemelerden üzerimize düşenleri gizlediğimiz için biraz sıkıntı da yaşadık. Gençlik yellerinden de estiği oldu zaman zaman…Ama çoğunluk… Mutlu bir oğuştuk ki oğuş başı da Selahattin Turgay Daloğlu…
Çok sayrılamıştım bir keresinde.Ya hu bu unutulur mu?

Yaz mevsimiydi. İşte çalıştığım için memlekete gitmemiştim. Selahattin Ağabey bana şehriye çorbası yaptı getirdi. Limonu da bol sıkmış. Başımda durdu. çay yaptı. Bir yerlerden bulduğu ilacı verdi. Sık sık gelip hatırımı sordu. Sanırım o zamanlar adetti. Ne benim uusma ne de onun usuna doktor düşmemişti. Öylece birkaç güne kalktım.

Çok söyleşirdik. Sabahlara kadar. Kimi zaman ona zorla iskambil oynatırdık. Hükümetler kurar, ihtilaller yapardık. Çok kızar, onun yanında, az söverdik ki o hiç sövmezdi. Efendi adamdı!

Samimiyetimiz artınca, çok takılırdık. Katlanırdı.Hele bizim odadan Cemal. Herkesi kendi gibi bildiğinden olsa gerek… Durmadan evlilik sözleri ederdi yoksula. “Ağabey seni evlendirek mi!” O da gülerdi. Ses etmezdi. Bir gün, demek, canına yetti ki, Ya Hu, buldunuz da evlenmedim mi deyiverdi. Bizim Cemal’in istediği de bu! Ne bilsin benim Selahattin Ağabey’im? O Allah’ın adamı. Bizim Cemal, malum… Ya Hu ağabey keşke bu sözü etmeseydin, dedim, ama etmiş oldu. Cemal hemen ertesi günü bir hatun getirdi.
Bana inanın, yapardı, yaptı. Şimdi bunları yazarken bile gülüyorum. Siz, Selahattin Ağabey’in evden kaçmasını, bir görseydiniz. Bir yandan bağırıyor, yapmayın, etmeyin, ayıptır. Bir gören duyan olur, diye. Öte yandan evden kaçıyor. Elbette yalnız bırakmadım. Koştum arkasından. “Ağabey, sana dedim. Buna koz verilmez.” Şaşkındı. Ama yine de arada, nerden buldu ki, diye sormayı ihmal etmedi. Şimdi yanlış yazmayayım, tam hatırlamıyorum Cemal’in hatunu nerden bulduğunu. Hatırladığım, Selahattin Ağabey’in üç katı genişlikte, devasa bir bayan olduğu…Neyse… Hatunu gönderdik de Selahatin Ağabey kaçtığı evine geri döndü. Bunu, hem onu tanıyın hem de gülümseyin, diye yazdım.

Selahattin Ağabey’in, “Fatsa’da Beş Adam” eserinin yazılması çağının en yakın tanığıyım. Kerelerce okuttu, okudu, anlattı. Sürekli sordu, değerlendirmemizi aldı. O çağda yaşananın ne büyük bir talih olduğunu anlamam için epeyce bir yaş almam gerekti.

Yayınevleri basmazdı kitaplarını. Nedenini tahmin edebiliyorum. Kendisi bastırır, o yoksul haliyle yemez içmez ara bulur, kendisi dağıtırdı. Bu kitap basıldığında da ilk bizim duyumumuz oldu. İmzalayıp verdi her birimize. Ellişer tane de satarız diye… Bir kısmını satmış, bir kısmını da öylece dağıtmıştık. Selahattin Ağabey sevinsin diye, para istemediği halde parasını getirip vermiştik. Para umurunda değil ki. Sorusu: Beğendiler mi? Bizden duyacağı bir kaç övgü, ne kadar önemliydi onun için.

İnsanlıksa, insanlıktı Selahattin Ağabey. Erlikse erlikti. Fedakarlıksa, fedakarlıktı. Ülkücülükse, ülkücülüktü. Kandaşlıksa kandaşlıktı. Ağabeylikse, ağabeylikti. Yoldaşlıksa yoldaşlıktı…

O gariban odasında, kışın soğuğunda, bakabildiğince kedi bakardı. Kimi zaman, kapımızı çalar, sokakta, üşürken bulduğu bir kediyi, getirir, çocuklar, bu çok üşümüş, benim oda dolu, biraz sizin odanız da ısınsın mı, diye sorardı. Hani bizim Muzaffer Reis’in çok güzel bir şiiri vardır ya, Erzurum’da bulunup da usuna yazılmayan yoktur, onun hiç unutamadığım dizeleri:
“Beyaz güvercinli insanlık şarlatanları,
Onlar da insandılar…”
İşte, bugün Selahattin Ağabey için edeceğim son sözlerde, bu dizeleri hatırlayıp, diyeceğim ki:
Reklamcı hayvansever şarlatanlar, Selahattin Turgay Daloğlu’nun tırnağı bile olamazsınız.
Onunla zamanı üleştik.
Mekanı üleştik.
Daha önemlisi üşümeyi üleştik.
Daha da önemlisi ekmeği üleştik.
Daha daha da önemlisi çayı üleştik.
Yaşamayı üleştik.
Söyleşmeyi üleştik.
Şakalaşmayı üleştik.
Ülkümüzü üleştik.
Ölümü…
Yok, ölümü üleşemedik.
Bir başına yalnız yakalandı.
Orada da gösterdi erliğini.
Erzurum’u anmak, bize düşlerde, uçmaklık Selahattin Turgay Daloğlu’nu hatırlattı.Bu kutlu kişiyi, anmak borç oldu. Andık, ama inanın yazmak istediğimizin milyonda birini yazamadık. Şimdi şu erkekliği de yapalım, suçumuzu da açık edelim ki Selahattin Ağabey hak ediyor:
Değerini bilemedik.
Kim vurduya şehit gitti, ardına düşemedik.
Katillerini aramadık.
Kıyınlamadık.
Bir ulu caddeye, bir okula, bir parka adını veremedik. (Verildiyse hatırlatın)
Heykelini yapamadık.
Fotoğraflarını bile yitirdik.
Kitaplarını değerlendiremedik.
Adını, hak ettiğince anmadık,
Sıcak tutamadık,
Onu unutulmaz kılamadık.
Ayıp ettik!
Çünkü…
Ülkücülük öksüzlüktür, yetimliktir. Anca, birbirimizi yeriz.
Selahattin Turgay Daloğlu gibilerinin değerini bilemeyiz.
Komünist olsaydı, şimdi adına günler, ödüller bile konmuştu.
Ama iyi ki de olmadın Ağabey.
Yoksa bunca güzel anıyı ben nasıl yaşayacaktım.
Hadi Erzurumlular! Yukarıda dediğim gibi Fatiha bilenler Fatiha okusun, bilmeyenler, Kulhü… Ben… Hele bir gözyaşlarımı sileyim de…

Ahmet Haldun Terzioğlu – 17.04.2020

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir