MİLLİYETÇİLİĞİN YENİ ADI İLKEL KABİLECİLİK Mİ ?

 Türk Milleti neredeyse üç yüz yıldır yaşadığı olayları, fikri tartışmaları, geçmişte olan biteni yok farz ederek en hararetli bir şekilde bugün de yaşıyor. Sahne, tam da Balkan savaşı öncesinin İstanbul’u, Milli mücadele öncesinin aydınlarının derin(!) fikirlerini sergiledikleri Bab-ı Ali yokuşu. Damat Feritlerden Prens Sabahattin’e, Abdullah Cevdet’lerden Ali Kemal’lere herkes değişik isimlerle, isimleri önlerindeki bol ünvanlarla yeniden millete ve devlete yol göstericiliğine soyunmuşlar.

Öte yanda “Etrak-i bi idrak”; görgüsüz, bilgisiz, dünyayı izlemeyen, ilim dışı bir güruh: “Türkler”. Ulema’nın çizdiği çerçeveye, gösterdiği yol’a itiraz ettiğinde sağduyuya davet edilen, toplumu devleti ateşe atmakla suçlanan, azgın asiler; Efendilerinin sözünden çıkan, medeniyetin temsilcilerine laf söyleme, el kaldırma cüretinde bulunan bayrak fetişisti “ilkel kabileciler” oluyor…

Bu coğrafya da yüzyıllardır ulema arasına girmenin en önemli ve değişmez şartı “Türk” sözünden uzak durmaktır. Hele Türklüğü, lafın ötesinde bir fikre, düşünceye temel almak, derin(!) ulemanın engizisyon çarkları karşısında bir intihardır. O halde, yüzyılların geleneğinden çıkmamak, aferin almak için tek ve değişmez yoldur. Türk’ü yok sayarken, aşağılarken neyi kullandığının önemi yok; Batıda ne denirse, ne yazılırsa tercüme edip, oradan gelen reçeteleri “kutsal nas” saymak tabi ki, tercih sebebi ama bu işi yaparken dini de kullanırsan, bu da kabul. Hatta, görgüsüz güruh dine saygılı olduğu için, daha da etkin bir tedip aracı.

Elbette ki, ulema arasında görüş ayrılıkları, tartışmalar olacaktır. Bu, ilim gereğidir! Ancak bu tartışma yapılırken dışarıda Türk Bayrağı asıp, “Türk devleti” gibi kabul edilemez sözler söyleyenler vardır; o halde, tartışmaya ara verilip “Etrak-i bi idrak”e haddi bildirilmelidir. Tartışma daha sonra da yapılabilir, ama şimdi asıl tehlikeye karşı birleşme zamanıdır. Herkes bildiği işde, rahat olduğunu hissettiği yerde mesaisine başlamalıdır.

Marksist gelenek için millet ve milliyetçilik üzerine yeterli çalışma vardır; bu sebeple de gazete köşesinde geri kalmışlık üzerine bir yazı, cumhuriyetin ilk yıllarından komik bir bürokrat profili ve  “bir türk dünyaya bedeldir” sözü ile geri kalmışlığı birleştirip, ince bir alayla ve “türk’e türk propagandası” tespitiyle iş kolayca halledilir. Yazıya birkaç bektaşi fıkrası ve geleneklere hafif bir salvo atışı eklenerek edebi bir görünüm verilmesi de ihmal edilmez.

Liberal, batılılaşma projesi muhipleri, modern dünyanın insanları olan küreselleşmeciler için de, bol malzeme vardır. Milli gelir rakamları, AB projesi, batının askeri, ekonomik, ilmi, siyasi ve sosyal üstünlüklerini ifade etmek; ekonomik zorluklar, işsizlik, yüzyıllardır her alanda yaşanan geri çekiliş ve komplekslere seslenmek yeterli olacaktır. Millet, bayrak, vatan, milli ve manevi değerler ve bunlar üzerinde birşeyler söyleyen milliyetçilik boş bir hamasettir ve bununla karın doymaz. İlk yapılacak olan bundan kurtulmaktır. Üstelik AB gibi buna ulaşmanın kestirme yolu da hemen yanıbaşımızdadır. İş, aş isteniyorsa, bölücü bayrağının açılmasına, kimlik ve kültür talebi olması sebebiyle “olağan”, Türk Bayrağı asılmasına faşist, ırkçı bir gösteri olması sebebiyle  “hezeyan” denilmesi gerekmektedir.

Millet ve milliyetçilikle savaşta etkinliği ile ve her nasılsa bir zamanlar milliyetçi sıfatıyla anılanları devşirme özelliği ile öncelik ve imtiyaz sahibi olan, din iddiasına dayanan gruplar için de argüman sıkıntısı yoktur. Burada başarının temel şartı, iyi, mükemmel bir müslüman olarak görünmektir, gerisi kolay olacaktır. Millet ve milliyetçilik kavramları din dışıdır, aslolan dini müştereklere sahip insan topluluğudur. Dini termilojide millet ümmete tekabül eder, bunun dışındaki her türlü benzeşme unsuru dine karşıdır. Milliyetçilik yahudi icadıdır, hatta Türkiyedeki milliyetçilik hareketine fikri zemini hazırlayanlar da dönmedir. Bu konuda sol entelijansıyanın yazdığı kitaplar da tezi güçlendirmek açısından ümmete tavsiye edilir. İmparatorluğa karşı ayaklanan müslüman arap kardeşlerimizin suçu yoktur, suç ingiliz Lavrence’indir; aynı suçlu, mümin kardeşimiz “şeyh sait” olayında da sahnededir. Ayrılıkçı kürt kardeşlerimizin suçu yoktur, suç “ne mutlu türküm diyene” zihniyetidir, bunun karşısında “ne mutlu kürdüm diyene” hareketi normaldir. Çözüm, müslüman kardeşliğidir, Türk lafının ağızlara alınmamasıdır. Önemli olan din kardeşliği olduğu için, dört bölücü milletvekilinden ikisi hacı olduğu için dokunulmazlığı kaldırılmasın diye oy vermek dinen caizdir hatta görevdir.

Türklük ve milliyetçilik aleyhine estirilen hava o kadar ağırdır ki, ulema içine bir şekilde sızmış olanlar, kabul görmek, itibar sahibi olmak amacıyla bazen gruplar halinde, bazen tek tek bir zamanlar üzerlerine yapışmış türklük ve milliyetçilik yaftasından kurtulabilmek için günah çıkarma seanslarına katılmaktadırlar. Bunu yaparken de, sahnenin asıl sahiplerinden daha keskin bir dil kullanmak, okuduğu yazdığı herşeyi inkar etmek, tarihi bile ters yüz etmek durumunda kalmaktadırlar. Elbette ki alkış ve takdir gecikmemekte, alınan aferinler önlerinde yepyeni ufuklar açmaktadır.

İşte, ulema içinde yeri sağlamlaştıran altın! değerinde cümleler;

“Yükselen milliyetçilik dalgası neye hizmet ediyor? Keskin sirkenin küpüne zarar vermesi gibi, bazen sizi koruyan, yaşatan değerlere zarar verebilirsiniz. Mantığın kaybolduğu, duyguların aklın önüne geçtiği durumlarda zayıflayan sağduyuya şiddetle ihtiyaç vardır…İlkel kabileciliğin dirilmesini milliyetçilik zannederek alkışlamak yerine kuşatan, kucaklayan vatanseverliğe ihtiyacımız var…Hızlı şehirleşme, geleneksel bağlılıkları, cemaat yapılarını yerle bir etmişti. Milliyetçilik yeni ve muhayyel bir cemaat fikri yaratarak bu boşluğu doldurmaya girişti… Etnik problemleri olan bir ülkede milliyetçilik birlik ve bütünlük kadar bölücülüğün de müsebbibi olarak karşımıza çıkar. Çünkü milliyetçilik ortak paydasını kural olarak “öteki”, yani düşman üzerine inşa eder. De Gaulle, milliyetçiliği “bir başkasından nefret etmek”, vatanseverliği de “kendi toplumunu diğerlerinden çok sevmek” şeklinde tanımlarken, milliyetçiliğin düşmanlıktan beslenen yönü üzerinde duruyordu…Bugün İngiltere’de İngiliz milliyetçiliğine herkes “ahmaklık” gözüyle bakarken, özenle “Büyük Britanya milliyetçiliği” vurgulanır…Altı uzun asra yayılan bu tecrübeyi (imparatorluk tecrübesi)  arkasına almış bir toplum çiğ, saldırgan ve düşmanlık üreten bir milliyetçiliğin cenderesine sığdırılamaz… Türkiye’nin birliğine ve bütünlüğüne yönelik tehdit dışarıdan değil içeriden geliyor. Bölenler, komplolar imal edenler değil, olup bitenleri komplolarla açıklayıp asıl emek ve gayret gerektiren alanı yok sayanlar. Bölünme tehdidi, Kürtlerden değil ilkel, kaba ve dışlayıcı bir milliyetçiliği marifet sanan Türklerden geliyor…Bir insanın rüya gördüğü, sayıkladığı ve düşündüğü dili yasaklayarak, farklı dili konuşanları aynı çatı altında tutabilir misiniz? Aynı dilin konuşulmasına, AB sürecinin zorlaması ile izin verdikten sonra kendi ülkenizde, vatandaşlarınız üzerindeki egemenliğinizden dem vurabilir misiniz? Tam tersine arkasında uzun bir imparatorluk tecrübesine sahip bir devletin, bölgeye gönderdiği memurun, güvenlik elemanının, hakimin o yörenin dili ile halkla iletişim kurabilecek beceriye sahip olması gerekmez miydi? Türkiye’yi küçültecek olan şeyin Kürtleri dışlayan ilkel bir “Türk Milliyetçiliği” olacağını fark edebilmek için nelerin olması gerekiyor? Üstelik bunu, imkansız olduğu için ahmakça olan bir ırkçılık marifetiyle gerçekleştirmenin kendi üretimimiz olan bir komplo olduğunu ne zaman fark edeceğiz?…Üç çocuğun hakaretine uğrayan bayrağı milli şahlanış vesilesi yapmayı, koca Türkiye Devletini bir kabile devleti zanneden komploculara ve şehirler arası rekabete bağlayarak önemsiz bir olay olarak geçiştirelim…Ve kendisini milliyetçi olarak niteleyenlerden, “Türk Devletinin milleti ile bölünmez bütünlüğü” için Kürt vatandaşlarımızı sevmelerini, onların haklarına ve hukukuna saygı göstermelerini bekleyelim”(Prof.Dr.Mümtaz’er TÜRKÖNE; “Vatanseverliğin İlkel Kabilecilikten Farkı” Zaman 31.03.2005)

Ermeni Problemi vesilesiyle Bir diğer günah çıkarma seansı ;

“Milli mücadeleden sonra Türkiye’de nüfusun yoğunluk itibariyle “Müslümanize” bir karektere büründüğü doğrudur; “İslamizasyon” tabirini bile bile tercih etmedim; çünkü rejim, nüfusun Müslüman niteliğinden gizli bir hoşnutluk duymakla beraber “İslamize” olma ihtimalinden şiddetle ürkmüştü. Müslümanlık kimliği arka planda, belirsiz bir fon gibi kalmalı ama ön plana “Türk” kimliği etrafında yeni bir millet inşası konulmalıydı. Bu proje hala maluldür ve muvaffak olmamıştır. Zaman zaman Balkan Harbi’nden önce Türkiye’de Osmanlı kimliğinin, bugün cari kılınmaya çalışılan ve dört bir köşeden acı itirazlara muhatap olan “Türklük” aidiyetinden daha fazla samimi taraftar bulduğuna inanasım gelir. Sanki nüfusu oluşturan renkler daha zengin iken, milletleşme sürecimiz daha sağlıklı işliyor gibiydi.” (Ahmet Turan ALKAN; “Merak edene sade vatandaş görüşü bunlar” Zaman 13.03.2005)

Bu satırlar da çok sayın(!) Öcalan’ın yeniden yargılanması ile  ilgili hukukçu günah çıkartması;

“Yeniden yargılama hakkından daha önce Leyla Zana ve arkadaşları da yararlandı. Herkes yararlanabiliyor. Bazı kişilerin yeniden yargılanmasını engellemek hukuk politikasına ne kadar uygun düşüyor. Yarın bir gün AİHM zorlayacak. Bu yasayı yanlış bulacak. Türkiye o zaman direnecek mi? Hep zorlayarak bazı şeylerin yaptırılması bizim daha aleyhimize. Türkiye’nin çekinmesine gerek yok. Hiçbir kararı beklemeden kendisi yapmalı” (Doç.Dr.Adem SÖZÜER “Öcalan’ı Yargılamaktan Çekinmeyelim” Radikal 23.03.2005)

Bu coğrafya da Türk olmak, hele hele Türk Milliyetçisi olmak zor, çetin, meşakkatli bir iştir. Bilim adamı, sanatçı, bürokrat, iş adamı, aşağılanmaktan, burun kıvrılmaktan, istihzadan yorgun düşüyor. Yaş ilerliyor, ömür geçiyor; ama asilzadeler sınıfına bir türlü girilemiyor, beklenen saygı oluşmuyor, söylediklerinizi kimse dinlemiyor. Üstelik bunlara karşı mücadele edecek gençlik enerjisini de bulamıyorsunuz. O halde “biz de bir zamanlar” ifadesiyle başlayan tövbe seanslarıyla işe koyuluyorsunuz. Sonrası malum, mensup olduğunuz ilkel kabilenin dayanılmaz ağırlığından kurtulup, asilzadelerin safına, arka sıralarda da olsa, katılmanın keyfini çıkartıyorsunuz.

Bütün bu yüzyıllardır akıp giden düzende, geçen yüzyılın başında olan yol kazası, Türk kimliğine, Türk Devletine kısa bir süre de olsa saygınlık kazandırmıştır. Ancak, bu durum, biraz kafaları karıştırmış olmakla birlikte nihayetinde bugün için “malul ve muvaffak” olmamış bir projeden ibarettir. Bu başarısız projenin başlangıçtaki ataklığına, her nasılsa içeride dışarıda herkesi yenilgiye uğratan şaşırtıcı sonucuna kanıp, gerçek iktidar sahibi asilzadelere kimse karşı çıkmamalıdır. Aksi durum, makam, kariyer, servet, ahiret de dahil her türlü tedip sopasına razı olmak, ilkel kabilenin içine hapsolmaktır.

Doç.Dr.Murat Sezginer

(Yayın.264 – 2005-06-21, 10:36:05)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir