12 Eylül 1980 öncesinde Manisa Ülkü Ocakları başkanlığını yapan İrfan Sönmez bugün Elazığ’ın önde gelen avukatlarından birisi. O, ülkücülerin vatan ve din sevgisinin zaafmış gibi görülerek sürekli istismar edildiğini söylüyor.
İrfan Sönmez, 12 Eylül öncesinde güvenlik kuvvetleri tarafından yakalandığında bıyığı henüz yeni terlemiş bir delikanlı idi. Hayatının en güzel yıllarını etrafı tel örgüler ile örülü hapishanelerin soğuk koğuşlarında geçti. Dile kolay; 13 yıl ‘idam mahkumu’ olarak hapishanelerde yattı. Daha da acısı cezaevindeki en iyi arkadaşlarının bir sabah yataklarından kaldırılıp idam sehpalarına götürülmesine tanık oldu. Sönmez, her 5 Haziran tarihinde hem idam edilen arkadaşlarını hem de ülkücülerin evlerine gelerek ‘büyük adam vurun’ diye telkinde bulunan resmi görevlilileri yâd ettiğini söylüyor.
Bir dönem ülkücüler için açılan komando kamplarının devletin bilgisi ve kontrolünün dışında açılamayacağının altını çizerek, buradan ‘Komünizme karşı direnen hareketler iç istihbarat tarafından organize ediliyordu.’ şeklinde bir kanaate varıyor. Teröre, kavgaya bulaşan her olayda iç istihbaratın parmağı var. Dursun Karataş’ın da iç istihbarat örgütlerinden biri ile birlikte çalıştığını iddia ediyor. İrfan Sönmez, “Karataş yakalanırsa 50 tane Susurluk ortaya çıkar. 1990’lı yıllardan sonra eylemlerin büyük kısmı Karataş’a yaptırıldı.
Bayrak krizi aslında büyük bir krizin ön habercisi. Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından yeniden yargılanması için karar çıktı. Milli bir dalga meydana getirerek AB’ye karşı milli bir birlik oluşturulacak ve bu oyunda piyonlar kullanılacak. Abdullah Öcalan elbette haindir ve cezasını çekmelidir; ama Türkiye’yi Kürtçülük belasına bulaştıranlar bugün kendi koltuklarının sarsılacağından korkanlardır.” diyor.
5 Haziran tarihi bize sıcak günleri hatırlatsa da avukat İrfan Sönmez için kabusun başlangıcı. Her yıldönümünde Sönmez, 1983 yılında yaşadığı o acıyı tekrar hissediyor. Çünkü 5 Haziran, Sönmez’in en yakın arkadaşının daha 23 yaşında genç bir delikanlı iken idamına tanık olduğu tarih. Sönmez, biraz da öfke ile karışık “Düşünün Halil Esendağ bizden kefen istedi. 20 kişi bir araya gelip kefen parasını denkleştiremedik. Bir arkadaşımızın nevresimlerini dikerek kefen yaptık. Onları hapishanede kefensiz bırakanların bugün ahkam kesmeye ne kadar hakları olabilir ki?” şeklinde sitem ediyor.
Ellerine silah tutuşturup hedef gösterenlere kızgınlığını ise: “Ankara Bahçelievler’de çeşitli suçlardan dolayı aranan arkadaşlarımızın kaldığı evler vardı. Bu evlere zaman zaman resmi görevliler gelerek ‘büyük adam öldürün de kimi öldürürseniz öldürün’ şeklinde telkinde bulunurlardı.” diye ifade ediyor
12 Eylül öncesinde Manisa Ülkü Ocakları’nın başkanlığını yapan İrfan Sönmez, bugün Elazığ’ın en tanınmış avukatlarından biri. Üzerine çalıştığı her siyasi dava, onu gençlik yıllarına götürmeye yetiyor. Ve geçmişe dair her bir anı vicdanını derinden sızlatıyor. Hayatında hiç canlı bir hedefe ateş etmediğini söyleyen Sönmez yine de kendisine sorular soran iç sesinden kaçamıyor. “25 senedir ben kendimi, vicdanımda yargılıyorum.” diyor.
‘Terörü istihbaratçılar kışkırtıyor’
Sönmez’e göre ülkücüler sürekli istismar edildi. Ülkücülerin din ve vatan sevgisi hep bir zaaf olarak görüldü. Örneğin, kendisi 1971 yılında ‘Türkiye’nin sol bir işgal yaşayacağı düşüncesiyle’ ülkücü hareketin içinde yer almış. Ancak bir dönem bekası için hayatını ortaya koyduğu davanın başkaları tarafından kurgulanmış bir şey olduğunu anlaması zaman almış. Buna sebep olarak komando kamplarını gösteriyor. Aynı yıllarda bazı ülkücü gençlerin yetiştirilmesi için Türkiye’nin muhtelif birçok yerinde komando kampları açıldığını söylüyor.
Manisa’da bulunan kampın varlığından bizzat kendisi haberdar olmuş. Buralarda gençlerin bir haftalık askerî eğitimden geçirildiğini anlatıyor. Başka bölgelerdeki kamplarda bu eğitim süreleri daha uzun oluyormuş. Bu kamplarda savunma, nöbet, propaganda, komünizm ile mücadelenin metotları öğretiliyormuş. Kampa katılanların her birine kamptan sorumlu askerler, ‘İstiklal Savaşı’na katılanların misyonuna’ denk bir misyon yüklüyormuş.
Sönmez’in komando kamplarına yönelik dikkati çektiği bir nokta da bu tür kampların devlet rızası hilafına açılamayacak oldukları gerçeği. Buradan ‘komünizme karşı direnen hareketler iç istihbarat tarafından organize ediliyordu’ şeklinde bir kanaate varıyor. Aslında Sönmez’e göre terörü de iç istihbarat kontrol ediyor. “Türkiye’de teröre bulaşan, kavgaya bulaşan her olayda iç istihbaratın parmağı vardır. Terör örgütlerinin halka mal olmaması için terörü önleyelim mantığı yerine onları marjinal hale getirmeye çalıştılar. Bu ise Türkiye’deki kavgayı daha da büyüttü. Yanlış işin arkasındaki niyet ne olursa olsun bunu bağışlamak mümkün değil. Bu işin Türkiye’nin hayrına olmadığı ve binlerce insanın çile çekmesine vesile olduğu aşikar. Türkiye’de yargının denetleyemediği alan çok fazla. İstihbarat teşkilatları üzerinde yargının gücü hissedilmiyor.” diyor.
Sönmez, Türkiye’de yaşanan tehlikelerin bir kısmının bilerek ve isteyerek ortaya çıkartıldığına inanıyor. Derin devleti tek başlı olarak algılayamayan Sönmez, bu yapı içinde de sürekli iktidar mücadeleleri yaşandığına dikkati çekiyor. Derin devlete zaman zaman sağa, zaman zaman sola yakın insanlar hakim oluyor. Ancak şimdi derin devlette sol görüşlü insanlar nüfuz sahibi.
‘Devlet karşılıksız sevilmez’
1980’de yargılanan ve 11 yıl hapiste kalan Sönmez, bunun dört yılını idam hücresinde, gün ışığından tecrit edilmiş bir şekilde geçirmiş. Hapishanede yaşadıklarını aklına bile getirmek istemiyor. Ankara Mamak Hapishanesi’nde ABD’nin, Ebu Gureyb Hapishanesi’nde Iraklılara yaptığı işkencenin daha kötülerine maruz kaldıklarını söylüyor. Geldiği noktada artık devleti karşılıksız sevmenin doğru olmadığına inanıyor. Devlet de onun kutsalı olan ‘başörtüsü’ başta olmak üzere ‘kutsallarını’ sevmeli veya en azından saygı göstermeli. Çünkü karşılıklı sevgi beraberinde kullanılmayı getiriyor. Biraz da iç geçirerek “Darbe yapmak isteyen insanlara iyi niyetle malzeme taşıdık. Türk milliyetçiliği bu yüzden geçmişini sorgulamalıdır. Ülkücü geçmişimden rahatsız değilim; ama 1980’li yıllara kadar bize takdim edilen şey katı bir devletçilik anlayışından başka bir şey değildi.” diyor.
‘Dursun Karataş yakalanırsa ortaya 50 Susurluk çıkar’
Trabzon’daki olayların başlamasına sebep olan TAYAD, Dev-Sol’un kontrolünde olan bir dernek. Haluk Kırcı, Alaattin Çakıcı, Kürşat Yılmaz ve Sedat Peker’i devlet eliyle koymuş gibi yurtdışında yakalayıp getirdi. Bu örgütün başı Dursun Karataş elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Karataş, iç istihbarat örgütlerinden biri ile beraber çalışıyor. Susurluk’ta kıyamet koparıldı. Halbuki Karataş yakalanırsa 50 tane Susurluk ortaya çıkar. 1990’lı yıllardan sonra eylemlerin büyük kısmı Karataş’a yaptırıldı. Bayrak krizi aslında büyük bir krizin ön habercisi. Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından yeniden yargılanması için karar çıktı. AB’ye girilmesi halinde statülerinin sarsılacağından korkanlar milli bir dalga meydana getirerek AB’ye karşı milli bir birlik oluşturacak. Karataş ise burada piyon olarak kullanılacak.
PKK’yı ayağa kaldıran iki büyük hata
Abdullah Öcalan elbette haindir ve cezasını çekmelidir; ama Türkiye’yi Kürtçülük belasına bulaştıranlar bugün kendi koltuklarının sarsılacağından korkanlardır. Örgütün iki dönüm noktası vardır:
Birincisi Bülent Ecevit’in iktidarı döneminde 8 bin solcu öğrenci mezun edilip öğretmen yapıldı. Bu öğrenciler Doğu Devrimci Kültür Ocakları’na (DDKO) bağlı idi ve bunların önemli kısmı Güneydoğu’ya giderek Kürtçülüğü mayaladı.
İkincisi, yakalanan örgüt mensuplarına ve sempatizanlara o kadar korkunç işkenceler yapılmış ki bu işkencelere maruz kalan insanların bir daha bu ülkeye bırakın sevgi duymasını adını dahi duymaya tahammül etmesi mümkün değil. Bir insana pisliği yedirilir mi? Örneğin ben Diyarbakır Cezaevi’nde yattım. İşkenceler o kadar dayanılmaz hale gelmiş ki bazıları tiner ve boyaların bir kısmını getirerek kendilerini yakmışlardı. Bu uygulamalar ile belki 50 yıl sürecek bir kinin tohumları atıldı.
(Röportaj: Hakan Yılmaz)
(Yayın.262 – 2005-06-20 10:46:48)