ŞEHİTLERİMİZİN KERAMETİ…

Ramazan ayı ortalarıydı. Ülküdaşım Osman Kaplan beni iftara davet etmiş, “Mehmet Ağabey gelirken yanında rahmetlilerin mektuplarını getirirsen ne iyi olur” demişti. Osman’ın davetine icabet ettim. İftar sonrası sohbete başlamış, „çile” üzerine konuşuluyordu. Osman, “Sözü Mehmet Ağabeye bırakalım” deyince ben de, “Ölüm Hücrelerinden Hakk’a yürüyen”, Halil ve Selçuk’la yaşadığım hatıraları ve onların şehadetine şahit olanlardan dinlediklerimi anlatıp, onların mektuplarını okumaya başladım.

Bu sırada, bir arkadaşımız duygu seline kapılarak kendinden geçip “Allaaah!!!” diye feryat ederek, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Meclisimizde bulunan herkesin gözlerinden yaşlar akıyordu…

Çekilen sıkıntılar, yaşanan acılar, yokluklar ve sefil halimizden bahsederken bir kardeşimiz cebinden çıkardığı paraları masanın üstüne koyarak “Biz insan mıyız be! Yazıklar olsun bize!” deyince, orada bulunanlar gönüllerinden koptuğunca ortaya paralar attılar. Bir arkadaşımız da bu paraları toplayıp, saydı. Ben, “Bu emanetleri, çileleri hala devam eden arkadaşlarımıza, Bursa Cezaevi’ne götürelim.” dedim.

Bir kaç gün içinde bu paralara ilave olarak, biraz da kuru yiyecek tedarik edip, Osman ve İlyas’la beraber, Bursa Cezaevi’nin yolunu tutmuştuk.Ülküdaşlarımızın yattığı Bursa Cezaevi’nde sadece siyasi mahkumlar kaldığı için kurallar çok sıkıydı. Cezaevine varınca, kapısı’ndaki askerle konuşmaya başladık.

-Asker ağam, arkadaşlarımızı ziyarete geldik.

-Bugün, ziyaret günü değil, ziyaret yapamazsınız!!!

-Kardeşim, ta İzmir’den geldik; görüşemeden gidersek yazık, günah olur. Hem onların emanetleri var üzerimizde…

-Bizim yapacağımız bir şey yok. Biz, verilen talimatı uygularız.

-Savcı veya Müdür ile görüştürür müsün?

-Olmaz!!!

Bütün hayallerimiz başımıza yıkılmıştı. Senelerce analarımızın babalarımızın cezaevi kapılarında yaşadığı sıradan olaylardı bunlar: “OLMAZ!!!” “YASAK!!!” İnat edip kapının önünden ayrılmadık, saatler geçiyor bizim ısrarlarımız bitmiyordu. Jandarma yumuşadı mı yoksa bizden kurtulmak mı istedi bilinmez, nihayet

-Nüfus cüzdanlarınızı verin!!! demişti. Kiminle görüşmek istiyorsunuz???

-Ülkücülerle görüşeceğiz.

-Anlaşılan sizin soy isimleriniz de tutmuyor… Olmaz kardeşim sizi kesinlikle kabul etmezler! diyerek , nüfus cüzdanlarımızı geri verdi.Bir kaç saniye önce “işte oldu bitti” diye sevinirken yeni bir hayal kırıklığı ile karşılaşmıştık. Tekrar jandarmaya yalvarmaya başladık.

-Kardeşim ne olur, Savcı veya Müdür’e görüşmek istediğimizi söyleyin…

Bu türlü ısrarlara alışkın olduğu belli olan jandarma, epey sonra bizim sonu gelmez ısrar ve yalvarmalarımızdan kurtulmak için, idareye haber vermeye gitti. İçimden sürekli Allah’a yalvarıyor, “Yarabbi, Selçuk ve Halil’imin yolladığı bu hediyeleri Yusufiyedeki gardaşlarına ulaştır yarabbi…” diye dualar ediyordum. Jandarma bir süre sonra başını bir o yana bir bu yana sallayarak gelip bizi yanına çağırdı:

– Vallahi çok şanslısınız. Ziyaret günü olmadığı gibi soy isimleriniz de tutmadığı halde görüşmenize izin verdiler. On beş dakika görüşeceksiniz. Bu hiç olacak bir şey değil, diyordu.

Ben ise içimden “Tabii, bu Halil’imin bize himmetidir, onun emanetini getirdik, burada bizi yalnız mı bırakacaktı?”, diyor ona fatihalar yolluyordum.Getirdiğimiz emanetleri kapıda kaydettirip, ziyarete girdik. Ülküdaşlarımızla görüşürken, yanımıza gelen bir gardiyan:

-İçinizden biri gelsin, Savcı çağırıyor, deyince mecburen kalkıp Savcı’nın yanına gittim.

Buca Cezaevi’nden tanıdığım rahmetli Selçuk ile Halil’in infazlarında bulunan, İnfaz Savcısı’yla karşılaştığımızda, ikimiz de şaşırmıştık. Kısa bir hal hatırdan sonra, Savcı,

-Ben de İzmir’e gidecektim; dışarıda 35 plakalı arabayı görünce, tanıdık birileriyse onlarla giderim diye düşünüyordum, dedi.

-Memnuniyetle Savcı Bey… deyince de Savcı, hemen gardiyana dönerek:

-Bu arkadaşların ziyaret süresini uzatın… dedi. Kabinlere doğru giderken gözlerimden tutamadığım yaşlar dökülürken „Selçuğum bu da senin himmetindi“, diyor ve fatihalar okuyordum…

Ziyaret bittikten sonra, Savcı Bey ile İzmir’e beraber döndük. Yol boyunca konumuz Selçuk ve Halil’in infazı olmuştu. Savcı Bey, infazda imam olarak bulunan Abdullah Hoca’dan dinlediklerimi doğruluyor, gözlerinden yaşlar süzülerek o anı tekrar yaşayarak bize anlatıyordu…

Şimdi düşünüyorum da, bu yaşadıklarımızı planlasaydık acaba gerçekleştirmeye gücümüz yeter miydi..? Mümkün değil… Onların mektuplarını okumakla başlayan bu serüvendeki bütün zorluk ve engeller Allah’ın lütfu ve inayeti, şehitlerimizin de kerametiyle aşılmıştı… O günün hatırası için daha sonra Selçuk ve Halil’in mezarlarına Cevat Güldoğan ağabey ile giderek bir ağaç diktik. Biz, o gün bugündür her fırsatta onların kabirlerini ziyarete gideriz.  Ne mutlu onların yolunda olanlara, ne mutlu onların bayrağını taşıyanlara…

Mehmet Karanfil

(Yayın.89, 2004-11-20, 18:11:15)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir