BEN ASKERİM, KURŞUNA DİZERİM

Hayatının en ıstıraplı günlerini yaşıyordu. Yirmi iki senelik ömrü boyunca böylesine sıkıntılı, böylesine iç darlığı çektiği bir günü hatırlamıyordu. Bütün kara bulutların Eylül’e devredildiği bir senede evinden, annesinin kollarından sökülüp alınmış, bir çay ısmarlayıp on dakika sonra geri göndereceğiz teraneleriyle kandırılarak hemen evinin önünde gözleri haftalarca bir daha açılmamak üzere kokmuş bir paçavra bağlanarak bilinmeyen bir yöne doğru yola çıkarılmıştı.

Bir anda neye uğradığını şaşırmıştı.”Ne oluyor beni böyle nereye götürüyorsunuz” dahi diyemeden kendisini bir minibüste namluların arasında bulmuştu. Bir ara” Siz kimsiniz, bana neden böyle davranıyorsunuz” diyecek oldu ağzını açmasıyla birlikte minibüste bulunanların acımasız darbelerine maruz kalınca çaresiz sesini kesmek zorunda kaldı.

Araçta bulunan hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Sadece arada sırada arabanın telsizinden anons sesleri duyuluyor şifreli birtakım cümlelerle karşılık veriliyordu. Ne yöne gittiğini tahmin etmeye çalıştıysa da bir türlü muvaffak olamadı. Ellerini arkadan kelepçelemişlerdi. Bir kişi başını sürekli olarak yere eğdiriyordu. Nefesi daralmış boynu tutulmuştu. Bir süre sonra başını doğrulttular. Anlaşılan şehir dışına çıkmışlardı.

ıçini derin bir hüzün kapladı. Annesinin evdeki halini düşünüyordu. Zavallı kadının başörtüsü başından sıyrılmış yüzünü ümitsiz ve çaresiz bir ifade doldurmuştu. “Oğluma ne yapacaksınız götürmeyin yavrumu” diye feryat ediyordu. Annesinin o hali aklına gelince içinden bir şeylerin kabardığını hissetti, kendini tutamadı sessizce ağlamaya başladı. Gözünden akan yaşlar, gözünü bağladıkları pis kokulu paçavrayı ıslatıyor, bir kısmı da yere dökülüyordu. Minibüste bulunanlar bu durumu görünce birbirlerini dürterek alaylı alaylı ”Bizim sahte aslan çabuk pes edeceğe benziyor, bu çok işimize yarayacak, en azından bir otuz altı yıl yükleriz” diye gülüşerek konuşmaya başladılar. Arabadakilerin konuşmaları bir an ruhi durumunu alt üst etti. Kendisini çok zorlu bir geleceğin beklediğini anlamıştı. “Metin olmalıyım, cesur olmalıyım, irademi kullanmalıyım, yoksa bunlar beni mahvedecekler, belki bana işkence edecekler, belki de öldürecekler, fakat her ne olursa olsun korkaklığın bana hiçbir şey kazandırmayacağını biliyorum. Bakalım, Allahu-Teala neler gösterecek” diye aklından geçirdi. Aldığı karar üzerinde doping etkisi yaptı. ıçinin metanet ve vakar duygularıyla dolduğunu hissetti. Göğsünü kabarttı. “Allah-ü-Azimüşşan benimle olduktan sonra bütün kainat bana düşman olsa da korkmuyorum” diye mırıldandı. Sessizce Ayet-el-Kürsi’yi okumaya başladı.

Yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra araba kısa bir müddet için durdu. Askeri bir birliğin bulunduğu bir nizamiyeye girdikleri belli oluyordu.Yapılan bir takım işlemlerden sonra tekrar hareket ettiler. Hareketlerinden kısa bir müddet sonra büyükçe bir binanın önünde durdular. Arabadan indirdiler.. ıki kişi kollarına girerek adeta sürüklercesine binanın alt katına indirdiler. Etraf küf kokuyordu. Yerler izmaritlerle ve kibrit çöpleriyle adeta mezbele haline gelmişti. Uzunca bir koridor boyunca sağlı sollu odalar bulunuyordu. Odaların tahta kapıları sökülmüş yerine demir kapılar takılmıştı. Kapı demirlerinin duvara geçtiği yerler boyanmamıştı. Kısa bir zaman önce burasının belirli işler için hazırlandığı belli oluyordu, Demir kapıların üst kısmına bir insanın başı geçebilecek kadar büyüklükte mazgal deliği açmışlardı. Odaların hepsi tıka basa dolu idi. Odalardan koridora yayılan ter ve pislik kokularının koridordaki küf kokusuyla birleşmesinden meydana gelen koku insanı nefes alamaz hale getiriyordu.

Biraz sonra birisi geldi, kendisini getiren askere “Tamam sen gidebilirsin” dedi. “Sen de göz bağını aç da geç şuraya otur bakalım” dedi. Gözünü açtı, gösterilen yere oturdu. Yıpranmış tahta bir masa ve iki sandalye bulunan koridor boştu. Kendisini teslim alan asker adını soyadını anne ve baba adını memleketini önündeki kalın deftere kaydettikten sonra odaların birinin önüne getirdi. Belinde bulunan bir tomar anahtardan birini seçti. Kapıyı gıcırdatarak açtı, içeriye iteledi arkasından kapıyı gürültüyle kapattı.

Oda dört metre kadar büyüklükteydi. Tavana yakın yerinde küçük bir pencere bulunmaktaydı. ıçeride on iki kişi vardı. Kendisinin de gelmesiyle birlikte on üç kişi olmuşlardı. Kapıdan içeri adımını atmasıyla birlikte kesif bir ter kokusuyla karşı karşıya kaldı. ıçeride bulunanların sakalları uzamış, saçları darmadağın olmuş, elleri yüzleri kir pas içerisinde kalmıştı. O kadar insan için ikişer katlı iki adet ranza vardı. ınsanların bir kısmı ranzaların üzerine sıra sıra oturmuşlar, yer bulamayanlar da ayakta bekleşip duruyorlardı. Orada bulunanların çoğu sokaktan yakalanıp getirilmişti. ıçlerinden bazıları fabrika işçisi, bazıları simit satıcısı idi. Sokak çocukları dahi vardı. Sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri gerekçesiyle tutuklanıp getirilmişler, günlerdir sorgusuz sualsiz bekletilmekteydiler. Birkaç kişi de siyasi sebeple tutuklanmıştı. Kendisi de onlardan birisiydi. “Herhalde ben de buradaki arkadaşlar gibi başkanlık yaptığımdan dolayı getirildim; yoksa başka ne sebep olabilir ki?” diye düşündü. Zaman zaman koğuşta bulunanlardan bazılarını sorgu odaları dedikleri yerlere götürüyorlar, kimisi sorguları yapıldıktan sonra serbest bırakılıyor, kimisi de tekrar sorgulanmak üzere orada alıkonuluyordu.

Getirileli on beş gün olmuştu. Bu zaman zarfında ne bir kez sorguya çağrılmış, ne de aranıp sorulmuştu. Üzerinde bulunan elbiseleri tamamen kirlenmiş, saçı sakalı birbirine karışmıştı. Geldiğinden bu yana banyo yapmak bir tarafa sabunla yüzünü yıkamaya bile imkan bulamamıştı. Her yan pislik içerisinde olduğundan ne kadar dikkat etse de yine kirlenmekten kurtulamıyordu. Üstelik yemeklerini de yataklarının üzerinde yiyorlar, etrafa dökülen yemeklerden dolayı yattıkları yataklar yağlanıyor, kir pas içinde kalıyordu.

Geldiğinin yirmi ikinci günü, sabahleyin “Haydi bakalım sorgulanmaya gidiyorsun!” dediler. Gözünü ilk günkü gibi bir bez parçasıyla kapattılar, kolundan tutup yukarıya, sorgu odasına çıkarttılar. Önceleri çok nazik davranarak mahallesinde kendi görüşünden ne kadar insan varsa isimlerini vermesini söylediler. O anda aklına gelen birkaç kişinin ismini söyledi. Sonra “Bu kadar kafi gelmez hepsinin isimlerini birer birer vereceksin.” dediler. Başka kimseyi tanımadığını, hiç bir suçu olmayan insanların isimlerini söylemekten dolayı vicdanen rahatsız olacağını bildirdi. Bunun üzerine aniden ayaklarının yerden kesildiğini ve sırtının acılar içinde kaldığını hissetti. Hemen üzerine çullanarak ayaklarına bir falaka sopası geçirdiler. Var güçleriyle sıkıştırıp copla vurmaya başladılar. “Anlatacak mısın? ” diye soruyorlar, istedikleri cevabı alamayınca da tekrar vurmaya devam ediyorlardı. Böylece bir saaten fazla bir zaman devam ettiler. Fakat istediklerini alamayınca son derece sinirlendiler. “Nasıl olur ? Sen ki, koskoca bir mahallenin başkanlığını yapmış bir adamsın; nasıl bilemezsin?” diye bağırıp çağırdılar. “Seni asacağız, buradan sağ kurtulacağını zannediyorsan yanılıyorsun. Mutlaka çözüleceksin.” diye tehditler savuruyorlardı. “Git aşağıya, iyice düşün kararını ver; öyle gel; yoksa buradan kurtulamazsın, tamam mı?” diyerek koğuşa gönderdiler.

Aldığı cop darbelerinin etkisinden elleri ayakları davul gibi olmuştu. Her yanı sızlıyor, acılar içerisinde kıvranıyordu. Ayağındaki şişler patlamasın diye beton zeminde yürütüyorlar, zıplatıyorlar, bir müddet geçtikten sonra koğuşa gitmesine izin veriyorlardı. Aynı şekilde bir kaç gün işkence ettikten sonra bir müddet hiç dokunmadılar. Hüsnü umutlanmaya başladı. “Herhalde suçsuzluğumu anladılar; beni serbest bırakacaklar.”diye düşündü. Günler geçiyor fakat hala bırakılmıyordu. Her geçen gün, her geçen saat ümitlerini eritip bitiriyordu.

Tutuklanalı otuz beş gün olmuştu. Son işkence faslından sonra da bayağı zaman olmuştu. Ayağındaki, elindeki, sırtındaki yaralar da tamamen iyileşmişti. Öğle yemeği yerken kapının mazgalı gürültüyle açıldı ve ismini okuyarak çağırdılar. Heyecanla yerinden fırladı, “Herhalde tahliye edecekler” diye sevinçle kapıya koştu. Kendisini bekleyen askerin yüzündeki tavrı görmesiyle bütün sevinci kursağında kaldı. Asker “Çabuk hazırlan sorguya gideceksin” diye sert bir eda ile gürledi. Tahliye haberi beklerken birden böylesine acı bir haberle karşı karşıya gelmesi beynini alt üst etti. Lokmalar boğazına düğümlendi. Yüzü kıpkırmızı oldu. Heyecandan kalbi küt küt atmaya başladı. Çaresiz boynunu büktü. Askere heyecanını hissettirmemeye çalışarak sakin hareketlerle hazırlandı. Gözünü bağlayıp sorgu odasına çıkardılar.

Odada bulunanların seslerinden sorgusunu yapan kişilerin önceki sorgucular olduğunu anlamıştı. “Bunlarla işimiz var.” diye düşündü. Sorgucular evvela tatlı tatlı söze başladılar. “Bak Hüsnü”cüğüm! Senin ne yaptığından, şimdiye kadar ne gibi eylemler yaptığından en ince noktasına kadar haberdarız. Fakat bütün bunları bir de senin ağzından dinlemek istiyoruz. Şu sizin mahallede öldürülen üç işçi olayını bir anlat bakalım hadiseyi nasıl gerçekleştirmiştiniz? Fakat anlatırken bizi aldatmaya kalkma yoksa nasıl bir netice ile karşılaşacağını az çok tahmin edersin herhalde?” Hüsnü bir anda neye uğradığını şaşırdı. Herhalde şaka yapıyorlar diye düşündü ama kısa bir zaman sonra meselenin vahametini anlamakta gecikmedi.

“Ben hayatımda elime silah almadım. Silah kullanmasını da bilmiyorum. Haddizatında insan öldürmekle hiç bir meselenin çözüme kavuşturulamayacağına inananlardanım; hala da aynı düşüncemde devam ediyorum. Nasıl olur da en hassas olduğum bir konudan dolayı böylesine ağır bir ithamla karşı karşıya bırakılırım, böylesine mesnetsiz ve gülünç bir iddiayı reddediyorum” dedi. Sözlerini bitirir bitirmez sırtına şiddetli bir yumruk yemesi ve kendini beton zeminde bulması bir oldu. Yere düşmesiyle birlikte tekme ve coplar birbirini takip etmeye başladı. Bir taraftan var güçleriyle vuruyorlar, bir taraftan da “Sen bu cinayetleri kabul etmeden buradan sağ çıkacağını mı zannediyorsun? Eninde sonunda kabul edeceksin. Bari önceden kabul et de kendini ezdirme. Bizim işkence etmekten zevk aldığımızı mı zannediyorsun?” diye söylenip duruyorlardı. Akşama kadar yaptıkları eza ve cefadan hiçbir sonuç a1amamışlar, onca işkenceye rağmen isnat ettikleri cinayetleri kabul ettirememişlerdi.

ışkencenin bu yöntemiyle suç kabul ettiremeyeceklerini anlayınca bu sefer başka bir yöntem denemeye karar verdiler. Böylesine etkili bir yöntemin mutlaka başarılı olacağına inanıyorlardı. Bu yöntem yüzde doksan dokuz olumlu sonuç veren çarmıha germe yöntemiydi. Gerçi bu yöntem biraz riskli bir işti. Zira ölüm ihtimali oldukça fazla idi. Aslında sanığın ölmesi pek önemli değildi. Fakat ölümle sonuçlansa bir sürü işlem yapılması gerekecekti. Sonra belki ileriki zamanlarda kendisinden hesap sorulabilirdi. Bu yüzden çekiniyorlardı. Çekinmesine çekiniyorlardı ama başka çareleri de kalmamıştı. Sanık umduklarının aksine çok inatçı çıkmıştı. Ne olursa olsun bütün riski göze alıp deneyeceklerdi. Ve denediler. Lakin bütün işkence ettikleri insanlar on beş dakikada içerisinde pes ederek “Papa”yı dahi öldürdüklerini kabul ederlerken bu inatçı adam aradan yarım saat geçmesine rağmen tek kelime bile söylememişti. Sadece “Allah Allah” diye inliyor,zaman zaman da “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” diyor başka bir kelime konuşmuyordu. Çarmıhın sicimleri kollarını neredeyse koparacak hale getirmişti. ıpin geldiği yerler, tahtanın vücuda birleştiği yerlere kan oturmuş, simsiyah olmuştu. Aradan az bir zaman daha geçtikten sonra Hüsnü hareketsiz kaldı. Bayılmıştı.

Sorgusunu yapanlar ümitle sarıldıkları bu yöntemden de bir sonuç alamayınca artık maddi işkence yapmaktan vazgeçtiler. Biraz daha zahmetli ama uzun sürmesine rağmen kesin sonuç aldıkları başka bir yöntem denemeyi kararlaştırdılar. Bu psikolojik işkence yöntemiydi. ışkence ettikleri kimseler kendilerini maddi işkence ve eziyetlere karşı şartlandırdıkları için iradesi güçlü olanlar çözülmüyordu. Bu yüzden böylelerine ikinci yöntem uygulanıyordu. Psikolojik işkence metoduna başvurmaları için, işkence edecekleri insanın vücudunda yara bere olmaması gerekiyordu. Zira meşgul olacağı birtakım yaraları olursa kafasını onlarla meşgul edeceğinden ikinci metodun başarı oranı düşebiliyordu. Bundan dolayı Hüsnü”yü yaralarının iyileşip, kendini biraz toparlaması için koğuşuna gönderdiler ve koğuş gardiyanı askere de gereken talimatı vererek tutukluya bir müddet için iyi bakmasını tembih ettiler.

Aradan iki hafta geçtikten sonra tam aradıkları bir ortam bulan sorgucular Hüsnü”yü sorgulamaya çağırmaya karar verdiler. O gün kocası emniyetçe aranan bir kadın tutuklanarak sorgusunun yapılması için getirilmişti. Bu sorgucular için çok iyi bir fırsattı. Şimdi bir taşla iki kuş vuracaklar, hem kadına işkence edip kocasının yerini öğrenecekler, hem de işkence seslerini Hüsnü”ye dinletip ruhen yıpranmasını kolaylaştıracaklardı.

Planlarını derhal uygulamaya koydular. Hüsnü”yü koğuştan çağırıp hiç bir şey sormadan sadece gözü bağlı olarak işkence yaptıkları odanın yakın bir yerinde ayakta bekletmeye başladılar. Bu arada kadına da işkence yapmaya başladılar. Kadının hiç bir suçu yoktu. Kocası ise suçlu mu suçsuz mu bilinmiyordu. Sadece sorgusu yapılacaktı o kadar. Suçlu olup olmadığı da sonradan mahkemeler tarafından açıklığa kavuşturulacaktı. Buna rağmen hiçbir suçu olmayan,sadece kocasının aranmasından dolayı masum kadına işkence etmekten çekinmiyorlardı. Kentin kenar mahallelerinin birinde bir gecekonduda kocası ve sekiz aylık çocuğuyla birlikte yaşamakta olan kadın gece evine yapılan baskınla küçücük yavrusuyla birlikte sorguya getirilmişti. Bulunduğu şehirde akraba ve tanıdık olarak hiç kimsesi olmadığı için çocuğunu emanet edecek kimse de bulamamıştı.

Sorgucular sanki bu dünyanın insanları değil, başka vahşi bir gezegenden gelmiş gibiydiler. Belli ki, kalplerindeki sevgi şefkat ve insanlık duyguları sökülüp atılmış, geriye sadece etten ve kemikten, yukarıdan gelen emir ve direktifleri harfiyen uygulayan birer robottan farksız insan müsveddeleri kalmıştı.

Evvela kadının ellerine ve omuzlarına copla vurmaya başladılar. Daha sonra saçlarından tutarak var güçleriyle sarsıp, kafasını duvara vurarak devam ettiler. Bütün bunları yaparken de “Haydi konuş bakalım, o pis katil kocan nerede? Ya gelir teslim olur, ya da seni bu odada ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ederiz. Haydi söyle bakalım o hain köpek kocan nerede? Haydi konuş, konuş” diye aynı şeyleri tekrar edip duruyorlardı. Zavallı kadın her ne kadar “Vallahi, Billahi bilmiyorum. Kaç gündür eve de uğramıyor. ınanın ki bilmiyorum. Ne olur beni bırakın; yavruma bir şey olacak!” diye yalvarıyorsa da “Bunu peydahlarken bize mi sordun da peydahladın? Ya kocanın yerini söylersin ya da buradan hem senin hem de bu piçinin ölüsü çıkar” diye karşılık veriyorlardı. Kadının kucağındaki çocuk da sesinin çıktığı kadar çığlık çığlığa ağlıyor, işkence hanenin koridorlarını inim inim inletiyordu. Bir taraftan kadının ağlaması, bir taraftan minicik yavrunun feryatları, diğer yandan acımasız zalimlerin iğrenç sesleri sinirleri tamamen ayağa kaldıran bir etki yapıyor, bu işi hususi olarak tezgahlayan sorgucuların bile dayanmakta zorluk çekeceği bir seviyeye ulaşıyordu.

ıstedikleri kıvamı bulduklarını anlayan sorgucular dozun biraz daha artırılmasının iyi olacağını düşünerek kadının göğüslerini elleriyle sıkmaya başladılar. En hassas noktasından eziyet gören masum kadın acıdan dolayı kıvır kıvır kıvranıyor, canhıraş feryatlarla yeri göğü inletiyordu…

Hüsnü artık mukavemet edecek gücünün kalmadığını anladı. Böylesi bir duruma kimse dayanamazdı. Sadece kadın ve çocuğun feryatları bile, sinirleri çelikten yapılmış olsa dahi binlerce insanı çileden çıkarmaya yetecek durumdaydı. Kendini tutamadı, “Yeter be! ınsafsız herifler. Sizin bu yaptıklarınız ne insanlığa ne de başka bir şeye sığar. Zavallı kadının ne suçu var? Hele hele kucağındaki masum yavrucağızın suçu nedir ki böylesine acımasız işkenceleri reva görüyorsunuz?” diye bağırmaya başladı. Hem bağırıyor hem de hüngür hüngür ağlıyor, bir taraftan da duvarı yumrukluyordu. ışkenceciler istedikleri tepkiyi almışlardı. Büyük bir sevinçle hemen Hüsnü’nün yanına koştular. Kadını orada olduğu gibi bıraktılar. Tavırlarını belli etmek istemiyorlardı.

Bu çıkıştan rahatsız olmuş gibi görünerek, “Ne o lan? Yine vatan kurtarıcı rollerine mi yatıyorsun? Dışarıdayken o rollere yattınız da ne oldu? Sonunda işte burada, elimizin içinde bulunuyorsunuz. Neden bizim işimize karışıyordunuz? Devletin polisi vardı, askeri vardı. Eğer vatan kurtarmak gerekseydi herhalde onlar kurtarırdı. Size mi düştü? Eski durumundan daha beter bir hale gelmek istemiyorsan doğru dürüst yerinde dur. Sana bu sorgu odasında gösterdiğimiz toleransı hiç kimseye göstermedik. Ama sen bizi yanlış anlıyorsun. Biz senin kötülüğünü istemiyoruz. Sadece yaptığın bir yanlışlığın yine senin tarafından düzeltilmesini istiyoruz. Bu da bizim en tabi hakkımız değil mi?” dediler. Hüsnü, “Peki devletin askeri polisi vardı da çoluk çocuk binlerce insan öldürülürken ortalıkta niçin gözük müyordunuz? Devlet olduğunuzu, devletin askeri, devletin polisi olduğunuzu şimdi mi hatırladınız? Yeni mi aklınıza geldi? Her tarafta kan gövdeyi götürürken, on sekiz yirmi yaşlarında aslan gibi delikanlılar, ana kuzuları hayatlarının en güzel baharlarında birer birer kara toprağa gömülürken sizler rahat ve sıcak yataklarınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Bizler ise kar demeden, kış demeden çamur demeden, yağmur demeden elimizden geldiği kadar vatanımızı müdafaaya, milletimizi himaye etmeye çalışıyorduk. Sizin korkunuz ne vatanın elden gidiyor olması, ne de milletin maddi ve manevi değerlerinin kaybolmasıydı. Sadece ve sadece kendi rahatınızı ve makamlarınızı düşünüyordunuz. Ben önceden de söyledim, şimdi de tekrar ediyorum, şimdiye kadar hiçbir Allah”ın kuluna siyasi maksatla bir tokat dahi vurmuş değilim. Kaldı ki üç kişinin öldürülmesi hadisesine karışmış olayım. Ben kimseyi öldürmedim, böyle bir suçlamayı da öldürseniz dahi kabul etmeyeceğim.” dedi. “Edeceksin, edeceksin…Bir gün mutlaka edeceksin. Zira bizim elimizden kimse kurtulamaz. Yaptıklarının cezasını çekeceksin. Daha zamanımız çok. Bak gözaltı süresini de doksan güne çıktı. Doksan gün içerisinde konuşmasan bile kapıya bırakır hemen oracıkta yeniden tutuklar bir doksan gün daha bu çektiklerinin bin beterini çektiririz. O da olmazsa bir doksan daha. Yani şunu kesinlikle anla ki, buradan yaptıklarını anlatmadan, sana uzattığımız kağıtları kuzu kuzu imzalamadan kurtuluşun olamayacak. ıtiraf et sen de kurtul, biz de kurtulalım. Dök eteğindeki taşları. Bak arkadaşların ne güzel konuşuyorlar. Onları fazla hırpalıyor muyuz? Ne güzel anlatıyorlar, gidip koğuşlarında rahat rahat hayatlarını yaşıyorlar. Sen de konuş kurtul. Hem rahatlarsın.Yoksa burada ölün çıkar bunu bil. Bak daha geçenlerde nasıl sallandırdılar bir arkadaşınızı Ankara’da. Daha fazlasını da sallandıracaklar. Aslında darağaçlarında yüzlerce arkadaşınızı sallandırdık ama Askeri Konsey dünya kamuoyuna bunları açıklamak istemiyor. Neyse haydi git koğuşuna dinlen. Sana üç gün müsaade ediyoruz. Bu zaman zarfında iyice düşün taşın kararını ver. Yoksa yüzlercesi asılıp da kimsenin ruhu bile duymadan geberen vatan kurtaran aslanlardan birisi de sen olursun.” diyerek orada hazır bekleyen görevli askere götürmesini emrettiler.

Bütün bu konuşmalar, sanığa yapılacak psikolojik işkencenin ikinci aşaması için hazırlıktı. Taktikleri de başarıya ulaşmıştı. Hüsnü artık sorgucuların kendisini öldürmeden buradan bırakmayacaklarına ancak isnat ettikleri suçu kabul ettiği zaman sağ kalabileceğine inanmaya başlamıştı. Şimdi bir kararsızlık denizinin içerisine düşmüş ne yapacağına bilmez olmuştu. Dediklerini kabul etse yine yaşatmazlardı. Üç kişinin öldürülmesini kabul etmek demek, idam edilmeyi kabul etmek anlamındaydı. Olsa olsa mahkeme sonuçlanana kadar birkaç ay daha yaşama şansı olabilirdi belki. Fakat sonuçta yine ipi boylayacaktı.

Haddizatında davası uğrunda, mücadele ettiği kutsal değerleri için asılmak onun için bir şerefti. Ama böyle bir şekilde ortada hiç bir şey yok iken üç kişinin katili olarak asılmak da olacak şey değildi. Üç gün boyunca kararsızlık içinde çırpındı durdu. Ruhu karanlıklar içerisinde kalmış her yanını adeta binlerce ifritle çevrilmişti. Beynine sayısız düşünceler hücum ediyor, bütün bu karmaşıklıklar içinde sağlıklı bir karar veremiyordu. Bir zaman sonra uyuşmuş, hiçbir şey düşünemez olmuştu. Ruhi bakımdan hayatının en sıkıntılı anlarını yaşıyordu. Üç gün boyunca ağzına bir lokma dahi ekmek koymamış, bir kaşık yemek yememişti. Avurtları çökmüş, gözlerinin içi kıpkırmızı olmuş, göz çukurları morarmıştı. Yatağın içinde bir o yana bir bu yana dönüyor, her iki ucu keskin bir kılıcın bir yanını tercih etmenin zorluklarını yaşıyordu.

Sonunda kararını verdi. Ölecekse bile şerefi ile ölmeliydi. ısnat ettikleri suçu kabul ettiği takdirde “ışte bakın, gördünüz mü? ınsanlık düşmanı bu adam üç kişiyi öldürdüğünü itiraf etti. Bunun cezası olarak asılması lazımdı ve astık. Bunları asmayıp da ömür boyu besleyecek değildik ya!” diyeceklerdi. Evet evet suçu kabul ettiği takdirde çok daha vahim bir durum ortaya çıkacaktı. Bütün tanıdıkları, eşi dostu, kendisine her şeyde son derece inanan ve güvenen en samimi arkadaşları dahi belki tereddüt içinde kalacaklardı. Sonuçta üç kişinin katili olarak asılacak, hiç kimseye bir mesaj veremeyecekti. Oysa kabul etmediği takdirde işkencelerle öldürülse bile şerefiyle ölecek, arkasından kimse olumsuz bir şey düşünmeyecekti. Evet kararını vermişti. Suçlamaları reddedecek, şerefi ve namusuyla ölecekti. ıçinin rahatladığını, kafasındaki karmaşıklığın durulduğunu hissetti. Vücudunda tatlı bir rahatlama duydu, gözkapakları ağırlaştı; derin bir uykuya daldı…

Sabahleyin erkenden kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Güzelce bir abdest alıp sabah namazını kılıp Allah”a yalvardı. “Ya Rabbi bana bu yolda şahadet şerbetini nasip edeceksen ne mutlu bana biliyorsun ki, şimdiye kadar ne yaptımsa senin rızanı kazanabilmek için yaptım. Senin dostlarını dost, düşmanlarını düşman bildim. Ama şu an öyle bir musibetle karşı karşıya bulunuyorum ki, sonum ne olacak bilmiyorum. Senden, bana bu yolda yardım etmeni, eğer öldürüleceksem de ölüme giderken kalbime metanet ve irademe güç vermeni istiyorum” diye dua etti. Elini huşu ile yüzüne sürdü, yatağına çekildi. Son dakikalarını yaşayan bir idam mahkumunun halet-i-ruhiyesi içinde beklemeye başladı.

Sorgucular işkence haneye geldiklerinde ilk işleri hemen Hüsnü”yü sorgulamaya almak oldu. Bu hadiseye çok önem veriyorlardı. Zira işin ucunda üç cinayet vardı. Üç cinayete fail bulmak bilmem ne kadar para demekti. Kabul ettirdikleri her cinayet başına külliyetli miktarda para alıyorlardı.

Hüsnü her şeyi göze almış insanların kendine güven duyguları içinde sorgucuların karşısına çıktı. Sorgucular “Bak Hüsnü’cüğüm, sana verdiğimiz zaman doldu. ıyice düşündün mü? Kabul edecek misin? Sakın hayır demeye kalkma çünkü bu senin son şansın. Kabul ediyor musun?” dediler. Hüsnü kesin bir tavır sergileyerek, “Hayır, öyle bir suçlamayı öldürseniz dahi kabul etmeyeceğim. Ben suçsuzum. Suçsuz olduğumu siz de biliyorsunuz. Buna rağmen bana en olmadık işkenceleri reva görüyorsunuz. Yapmadığım, kesinlikle uzaktan yakından alakam olmayan bir hadiseyi bana işkenceyle kabul ettirmeye çalışıyorsunuz. Siz zalimlerin en büyüğü, en acımasızı, en gaddarısınız. Öyle bir zaman gelecek ki, bu yaptıklarınızın hesabını mutlaka vereceksiniz.” diye kestirip attı.

Sorgucular böyle bir sonuçla karşılaşacaklarını pek tahmin etmemişlerdi. Böylesine zayıf birisinden bu şekilde bir mukavemeti, doğrusu hiç beklemiyorlardı. Ellerinde bir tek kozları kalmıştı onu da kullanacaklardı. Bir anda onca yumuşak davranışları, onca samimi konuşmaları, onca yumuşak tavırları tersine döndü. Hemen tekme, tokat, yumruk darbeleriyle Hüsnü”ye giriştiler.Yerde top gibi yuvarlıyorlar, dişlerini gıcırdatarak ağza alınmayacak küfürler savuruyorlardı. Hırslarını aldıktan sonra derhal görevli askeri çağırıp “Götürün bunun elini yüzünü yıkatıp öyle getirin. Onun artık sonu geldi. Günah bizden gitti. Şimdiye kadar ki davranışlarımızı hep yanlış değerlendirdi. Ama bunun karşılığını hayatıyla ödeyecek” dediler.

Askerler Hüsnü”yü yaka paça edip emredileni yaptılar. Hüsnü aradan beş dakika geçmeden yine sorgucuların karşısına dikilmişti.Sorgucular son derece öfkeli idiler. Gözlerinden ateşler saçılıyor, her yanları tir tir titriyordu. “Öldüreceğim, geberteceğim, mutlaka yapacağım bunu.” diyordu birisi. Telaffuzunda bir gariplik vardı. Sanki Türkçe’yi bir ecnebi lisanıyla konuşuyordu. Hüsnü buna önceleri bir anlam verememişti. Ama dikkat ettiğinde anlamıştı. O ince sesli sorgucu Türkçe’deki “r” seslerini tam olarak telaffuz edemiyordu. Ecnebiler gibi konuşuyordu. Kafası birden allak bullak olmuştu. Acaba aklına gelenler ve sorgulanmak için bekleyen tutuklular arasında konuşulanlar gerçek olabilir miydi? “Ya gerçekse…Ya gerçekse… Böyle bir şey gerçek olamaz Allahım. Kendi ülkemde bir ecnebi tarafından…” Evet büyük bir ihtimalle gerçekti. Bunun başka bir izah tarzı olamazdı. Zira böylesine zulmü, böylesine eziyeti..! Daha fazla düşünmedi. Aslında düşünmek de istemiyordu. Böyle bir ihtimal dahi bir anda kafalarda binlerce soru oluşturmaya kafiydi. “Şimdi kendi halime bakmak zorundayım.”diye düşündü.

Sorgucular hala bağırıp çağırıyorlar, en müstehcen küfürleri arka arkaya sıralıyorlardı. ıçlerinden bozuk telaffuzlu olanı “Bak oğlum sana birkaç kere şans tanıdık ama sen bütün bunları elinin tersiyle ittin. Ancak artık öyle bir noktaya gelindi ki, önünde sadece iki tercihin kaldı. Ya bizim dediklerimizi kabul edeceksin, ya da kurşuna dizileceksin. Bundan sonra öyle düşünmek için zaman tanımak da yok. Ya kabul, ya kurşuna dizilme. Konuşacak mısın, ölecek misin? Çabuk kararını ver.” diyince, Hüsnü “Ben size gereken cevabı zaten vermiştim. Hiç bir şeyden korkmuyorum, ne sizden, ne de işkenceli ölümlerinizden. Ne istiyorsanız yapın. Beni Allah”tan başka kimse korkutamaz.” dedi. Sorgucu deli gibi oldu. Bağırıyor, çağırıyor, her tarafa emirler yağdırıyordu. “Oğlum, askerler. Çabuk bir manga asker hazırlayın, infaz yapılacak, çabuk! ” diye sorumlu çavuşu çağırdı. Çavuş hemen denileni yaptı. Üç dakika geçmeden sorgucuya emirlerinin yerine getirildiğini bildiren tekmili verdi. Sorgucu “Kimseye belli etmeden kademeye götürün kurşuna dizin bu iti. Bunun artık nefesleri sayılı.” dedi.

Askerler Hüsnü”yü kollarından tutup sürükleyerek dışarı çıkardılar. Denilen yere getirdiler. Kapıyı sıkıca kapayıp, ışıkları da yaktılar. Hüsnü”nün gözlerini açtılar. Askerlerin eğitilmiş oldukları her hallerinden belli oluyordu. Dişlerini sıkmışlar, Hüsnü”ye insafsızca bakıyorlardı. Derin derin soluyorlar, elleri tetikte silahlarını Hüsnü”nün göğsüne doğru çevirmişler, yan yana dizili vaziyette bekliyorlardı. Çavuş’un “Silah doldur!” komutuyla bütün askerlerin sinir bozucu bir gürültüyle silahlarının haznelerine mermileri sürmeleri bir oldu. Aynı ses “Nişan Al!” komutunu verince bütün silahlar, göğsüne doğrultulmuştu. Ölüm anı gelip çatmıştı. Bütün hayatı en ince noktalarına kadar bir filim şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Kalbiyle Allah”a yalvarıyor, diliyle de şahadet kelimesini mırıldanıyordu. Komutları veren ses son bir kez daha “Konuşacak mısın?” diye sordu. Hüsnü o sesi duymazlıktan geldi. Sonsuz bir huşu içinde kendinden geçmiş, rabbine kavuşacağı anı bekliyordu. Vatanımızın müdafaası için kullanılması gereken silahlar, vatan bekçiliği için anne ve babaları tarafından bu ulvi göreve gönderilen memleket evlatları, aynı gayeler için mücadele eden masum bir insana karşı böyle kullanılıyordu.

O iğrenç ses sonunda son komutunu da verdi: “A t e ş”. Silahlar ateş kusmaya başladı. Sesler kademenin beton duvarlarında acıyla yankılandı. Atışlar ikinci, üçüncü kez yapıldı. Her yanı kesif bir barut kokusu sardı. Hüsnü silahlardan çıkan ateşleri görüyordu. Silahlardan çıkan mermilerin vücudunu delik deşik etmesini bekliyor ancak ne acı duyuyor ne de bir kan lekesi görüyordu. En ufak bir acı dahi hissetmiyordu. Askerler birkaç kez daha ateş ettikten sonra ateşi kestiler. Sorumlu çavuş Hüsnü”nün yanına geldi “Haydi bakalım sana bu kadar korku yeter, dua et ki mermiler kuru sıkı idi. Düş önümüze koğuşa gidiyoruz.” dedi.

ışkence uzmanları son kozlarını da kullanmışlar ama imanlı, kahraman, şerefli, haysiyetli, vatan ve millet aşığı, idealist bir dava adamı, çelik gibi bir iradeye sahip Türk-İslam Ülkücüsünün sergilediği tavır karşısında tek kelimeyle madara olmuşlar, elleri böğürlerinde kalakalmışlardı. Hüsnü”yü işkencelerle öldüremediler. ıdam fermanını da imzalattıramadılar ama tuttukları raporlarla yıllarca hürriyeti gasp etmeyi başardılar.

Hasan İlter

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir