DAĞLARDA TÜRKÜM
Güneş dağların ardına çekileli epey olmuştu. Gökyüzünün alacakaranlık atmosferinde, uzak bir menzil misali beliren yıldızların sayısı da epey artınca, bu ışık hüzmeli renk cümbüşünü seyreden Nevzat Karayün, artık yıldızları sayamaz olmuştu. Birle başladığı yıldızlardan yayılan aydınlık onu bir türlü menzile götürmedi, oysa çile ilmiğinin karma karışık yapısında beliren yalnızlıktan sıyrılmayı o kadar istemişti ki… Yeni öğrenmeye başladığı ataride bir türlü hedefi yakalayamayan küçük çocukların çaresizlik ve hırsıyla ağladığı gibi, ağlamak istedi ama, hisleri öyle bir hal almıştı ki, bütün vücudu kaskatı kesildi.
Öyle ya küçük çocukların ağlayışlarında, babaları veya anneleri hemen yardıma koşardı. Oysa Nevzat’ın yardımına koşacak kimsesi yoktu şu an. Bu an hangi zamandı? Dağlar, ne zaman mesken tutulursa işte o zamandı. Dağlarda yaşamayı tercih etmek temiz havayı teneffüs etme isteğinden kaynaklanmıyordu elbet. Ya bu tercihin nedeni neydi? Dar mı gelmişti şehirler? Oysa metropoller neleri barındırmazlardı ki, kaltak sırıtışlı yoz mekanlarında. Oturduğu kayanın üzerinden dişlerini sıkarak tükürdü şehre doğru.
“Dar gelir gardaşım dar” diyerek doğruldu yerinden. Sağ eliyle kavradı makinalısını havaya kaldırıp, öfkeyle çattı kaşlarını. Ayın şavkı düştü çehresine. Erkek bir kurt uluması duyuldu dobura dobur, mert. Gecenin koynunda, kutsal kavgaların yiğit neferi, Kürşad ve yoldaşlarının atları kişnedi zaman ötesinden. Öfkeyle göğe diktiği başı, öne doğru uzanmış makinalı eliyle, gecenin karanlığıyla yanan çehresi ve ardına dizilmiş sıra dağlar, önünde şehre karşı diz çökmüş, şehre karşı başkaldırıyor ve itaatsizliği türküleştiriyordu.
Göktürk ilinin yiğit savaşçıları, birbir uçmağa varırken, öfkeden çelikleşmiş yürekler kafeslerini yırtıp haykıramamanın elemiyle, dövünüp dururken fırtına bulutları patladı birden. Dumanlı hava, yerini çakalların tilkilerin mevsimine terk ettiği Kürşat yoldaşı Yamtar’ın yüreği son bir gayretle huruç edip parçaladı yüreğini. Yiğit savaşçının yürek sesi şimşek olup çaktı gökyüzünde. Deli boran yağmurlar başladı, gökyüzünden, renkten renge boyandı dağlar. Sırıl sıklam oldu Nevzat, parkesini, silahına siper etti. Derince nefesledi dağların kokusunu, kekik kokusu ayrı bir hızla belirginleşti genzinde, hapşırmasıyla iliklerine kadar işledi titreme. “Ey Türk titre ve kendine gel” diyerek aşağıya inip mağaraya girdiğinde, ateşin iyice zayıfladığını fark edip çalı çırpıyla besledi ateşi. Parkesini çıkarıp iç kısmıyla silahını okşarcasına sildi. Göğsüne çapraz doladığı fişekliği çıkarıp silahının üzerine takıp yanı başına koyarak çöktü ateşin başına, cigarasını yakıp tellendirdi. Biraz ötede iki büklüm kıvrılmış uyuyan Kemal”e takıldı gözleri… “Nerden nereye” diyerek dalıp gitti. Bu dalgınlığın akışı menzile doğru olmadı, önüne dikilen bent onu maziye doğru geri çekti. Yaşadığı günler pek parlak bir hal sergilemedi. Çala kalem geçmiş bir ömür işte. Muamması hiç yok, hep sefalet, sömürü, baskı ve çile… Dava adamı çileye talipti elbet.
Şehirlerde yaşanan mutluluğun hazzı, Vehbi Koç’un patates yemeye mecbur olmasından başka ne tat insana… Yüreğinde alazlanan ateşin sıcaklığı önünde, alevlenen ateşin koruyla bütünleşip bedenini sarınca, bir gevşemeyle göz kapaklarının yorulduğunu fark edip silkindi. Saatine baktı, vakit tamamdı, nöbet sırası Kemal’deydi. Usulca Kemal”e yaklaşıp omuzuna dokundu. “Kemal, hadi kalk nöbet saatin geldi” demesiyle Kemal”in ani bir refleksle fırlayıp silahını kavraması bir oldu. Nevzat arkadaşının bu halinden geri sakındı. “Niye böyle fırladınki gardaş, saat iki oldu böyle korkacağını bilsem uyandırmazdım”. Derin bir ah çekti Kemal, “Haklısın gardaşım, o kadar ürkek, o kadar tedirginleştik ki, kolay değil dağlarda firari yaşamak… Ölüm her an ensende. “Neyse hadi sen yat.” Hiç bir şey söylemeden Kemal’in kalktığı yere uzandı. Silahını dizlerinin arasına alıp öylece kıvrıldı şiltelerin üzerine. Yüreğinin tedirginliğine rağmen hemen uyudu Nevzat. Kemal, fişekliğini çapraz kuşanıp, silahını seri atış şekline getirip mekanizmayı yoklayarak mağaradan dışarı çıktı.
Gecenin manzarası oldukça duygulandırıcıydı. Sigarasını yakıp, bir kayanın üzerine çökerek geceyi dinlemeye başladı. Kekik kokusu genzine doldu, fın, fın öten böcek sesleri ayrı bir duygu saldı yüreğine… Hele ara sıra kayıp düşen yıldızlar neleri getirmiyordu ki aklına… ıki senedir bu dağlardaydı. Eylül rüzgarı kasırga olup haneleri virana çevirmeye başladığında o tercihini dağlardan yana koymuştu. Bütün arkadaşlan birbir yakalanmış, kimi teslim olduğu halde akıl almaz işkencelere maruz bırakılmışlardı. Kimisi sağ olarak girdiği karakollardan pörsümüş bedenlerle, tekme, tokat, ceyran, falaka izlerinin lekelerini taşıyarak ölüp çıkmışlardı. Bir kaçı beyinlerine şerefsizce sıkılmış mermilerin faturası olarak “çatışmalarda öldürüldü” denmiş, altısı asılmış, bir o kadarı da hala zulüm kalelerinde çile doldurmaktaydılar. Kim bilir daha neler yaşayacaklardı.
Şimdi sadece Nevzat vardı yanında, o da sonradan gelmişti. ılk önceleri bayağı bunalmıştı dağlarda… Gün geçtikçe yalnızlığa alışmış, yalnızlığını öfkesiyle bastırıp silahıyla konuşup dertleşir olmuştu. Her şeye rağmen halinden memnun sayılırdı. Esaret onun için ölüm demekti. Kurt soyluydu ya. En çok sevdiği kahraman da Kürşat”tı. Kuru bir teslimiyet onun fıtratına uygun olmadığından dağları mekan tutmuştu. Tek istediği Türk askeriyle karşılaşmamaktı. Korkusu onlara silah sıkamayacağından pisi pisine ölmekti. Ama Nevzat onun gibi düşünmüyordu. O, gerekirse son mermisine kadar çatışacağım ve kimsenin kendi varlık sebebine saldırmasını hoş göremiyeceğini söylüyordu. Onun bu tavrı şehirde yaşanan insanlıktan uzaklaşmış, kimliğini yitirmiş, adı Mehmet kafaları jozef, ivan, olanların tavrından kaynaklanıyordu.
Anasına, avradına, kız kardeşine akla hayale gelmeyecek işkenceler yapılmıştı. Karısı çocuğunu düşürmüş, kız kardeşi aklını oynatmıştı. Çok sevdiği bir ülküdaşının karısına tecavüz edilmiş, o da sonunda intihar etmişti. Bunlar adları Türk olanlar tarafından yapılamazdı.
Müstemleke bir kent öyküsünde bunlar edebiyat değil yaşanmış adiliklerdi.. Gece sessizliğinin hüznüne iyice dalan Kemal, aşağıi kayalıklardan havalanan kuşları fark edince pür dikkat kesildi. Kulağını toprağa dayayıp biraz dinleyince bir çırpıntı çöktü yüreğine. Misafirleri vardı… Ama bu misafirler pek vakitsiz, kötü niyetli, konuklardı. Zaptı-rapt Kuvvetleri yine Nevzat’la, Kemal’in takibine çıkmışlardı. Sözde yurdumun dağlarında asayişi sağlayacaklardı. Gecenin sessizliğinde postallı ayakları, her dağ çiçeğini ezdikçe, yandaki kayanın üstüne tünemiş baykuşun ötüşü de iyice feryat çığlığı olup, acı acı her yana yayılıyordu.
Nevzatların bulunduğu mağaraya iyice yaklaşmıştılar. Kemal bir an ne yapacağını bilmeden durakladı, fakat çok geçmeden kendini toplayıp hemen Nevzat’ı uyandırdı. Nevzat hiç bir şey sormadan Kemal”in gözlerindeki tedirginlikten, olanları kavramıştı. Hemencecik ateşi söndürüp silahıyla kuytu bir kaya dibinde sipere yattı. Postal sesleri iyice yaklaşmıştı, yürekler bütün cazibesiyle çarpıyordu. Tedirginliğin ve ürkekliğin adı korku muydu yoksa mitralyoz sesinde naralarca yakılacak ağıtların savaş türküsünde doğacak bebeklere, gelecek vaad eden ninni parolası mıydı? Kemal her zamanki sıkıntısını yine yaşıyordu. Ama yapabileceği hiç bir şey kalmamıştı. Tek çare savaşmaktı… Kutsal kavgalarda ölmek şerefti!
Dağların koynunda beslenen börtü böcek, yılan, çiyan yine ince saz bir melodiyle türkü söylüyordu, bu vakit! Meri keklikler sekiyordu ölümlerin, tedirgin ürkekliğinde. Gökten son iki yıldız daha kaydı. Yamaçlara doğru inmeye hazırlanan çakallar, tilkiler iyice yükseklere çekildiler. Bozkurtlar zaten hiç inmemişlerdi yamaçlara bu gece… Onlar dağların en doruk noktasında başları göğe doğru uzanmış suskundular. Şafağı bekliyorlardı. Her vuruluşa inat, “biz varız ve var olacağız” haykırışını şehirlere duyurmak için bekliyorlardı. Gece, bir anda boz bulanık bir zemheriye döndü. “Taa… taa… taaa… taa” sesleri yankılandıkça yankılandı.
Bir buçuk saate yakın devam etti bu hal! Ses soluk kesildi sonra… Bir karanlık çehreli el bombasının pimini çekip fırlattı mağaradan içeriye doğru. Zaten yüzlerce mermiden kalbura dönmüş Nevzat”ın cesedi bu saldırıdan da nasibini alıp param parça oldu, sağ bacağı tam Kemal”in önüne düşmüştü. Kıvılcımlar çaktı Kemal”in yüreğinde… Ağlamaklı, öfkeli ve hınç yüklü bir sesle haykırıp, fırladı yerinden. “Allahu Ekber! Zalimler için yaşasın cehennem!!! diyerek. “Taa… taa… taaa…” sesleri yeniden yayıldı, dizlerinin bağı çözüldü, uçsuz engin bir boşluk belirdi gözlerinde… Tarifsiz bir sevinç kapladı benliğini ama unutmadı öfkesini. Son bir gayretle avucunda sıp sıkı tuttuğu el bombasını olanca gücüyle fırlatmak istedi, gücü yetmedi. Bir sarsıntı yaşadı dağlar. Külçe gibi düştü yiğit bedeni… Onurlu yaşayıp onurlu öldüler. Ve boyun eğmeyenlerin türküsünü haykırdı bozkurtlar, şafak sökmeye başlarken. Ordu ilinin dağları ve Tokat”ın dağları hep bu tütsülü vakitlerin yellerini estirir oldu, hayfi biz olan! Ölüm, ölüm, güzel ölüm! Dağlarda türküm / Kutsal kavgalarda karanfil gülüm…
Alişan Satılmış
Mekanları cennet olsun inşallah tilki kemal ve nevzat karayün