GURBET ÖLÜMLERİ
Adını 1978 yılında duymuştum. Gazeteler, o yılın Temmuz ayında Ankara’da öldürülen Hacettepe Üniversitesi öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Bedrettin Cömert’in katilinin o olduğunu yazmışlardı. Şaka gibiydi bu haber. Okuyunca çok gülmüştüm. Demek her cinayete ülkücü katiller bulunması için oluşturulan Pol-Derli “özel timler” yine görev başında demiştim kendi kendime… Kahramanmaraş’ta ETKO’yu, İstanbul’da TİT’i, Ankara’dan TUŞKO’yu hep bu “Özel timler” icat etmişlerdi.
Bakın niye güldüğümü yazayım, siz de gülün. Olay yeri yakınlarında bir gazetenin içinde ekmek kırıntıları bulunmuş. Olayı yapanların yediği sanılan bu ekmek, domates, biber, zeytin ve peynir artıklarını ele geçiren “özel tim” bunları incelenmiş ve neticede bunların bir bakkaldan alındığı anlamış. Abidinpaşa Ülkü Ocakları yakınında bir bakkalın olması ise bu olayın faillerinin ülkücüler olduğunu kesinleştirmiş. Masal gibi değil mi? Ecevit döneminde bu işler hep böyle yürütülüyordu.
Aslında ortalığı karıştırmak, halkı kışkırtmak (ve daha önemlisi hazırlandıkları 12 Eylül Darbesi’ne haklı bir zemin oluşturmak) için o yıllarda karanlık güçler birçok “etiketli kişiyi” öldürdüler. Ecevit ise kontrolü dışında gelişen bu olayları, adice bir siyasi kurnazlıkla rakiplerini karalamak, suçlamak ve sindirmek için kullanma çabasına girişmişti. Ülkücüler o yıllarda işte böyle bir tezgahın kurbanı oluyorlardı.
Üzeyir Bayraklı’nın yurtdışı macerası da böyle bir olaya kurban seçilmesiyle başladı. Gazetelerde boy boy resimleri yayınlanıyordu. Hakkında “Teslim ol” çağrıları yapılıyor, görüldüğü yerde vurulacağı ilan ediliyordu. Çaresiz Rıfat ile birlikte Almanya’ya gittiler.
Çileleri kaçmakla bitmemişti. Onlara orada da rahat yoktu. 12 Eylül darbesi sonrasında isimleri İnterpole verilmiş, her yerde Kırmızı Bülten ile aranıyorlardı. Halbuki onlar Almanya’dan iltica talebinde bulundukları için adresleri zaten belliydi. Gazeteler “yurda dön” çağrıları yayınlarken Dışişleri de iadelerini istiyordu.
Mainz polisi sık sık onları gözaltına alıyordu. Günlerce karakollarda ve cezaevlerinde haklarında verilecek kararı bekliyorlardı. Çektikleri çileler yaşadıkları bu sıkıntılar Türkiye’deki gazetelerde “katiller yakalandı, iade edilecekler” şeklinde iyice köpürtülmüş haberler halinde çıkıyordu.
Almanya’nın iade taleplerini her reddedişi bir başka zulme dönüşüyordu. Çünkü Ankara’daki polisler bu defa evlerini basıyor, ailelerine baskı ve şiddet uyguluyorlardı. Hatta bir ara onların yurtdışına kaçmalarına yardım ettikleri iddiasıyla Edirne gümrüğünde çalışan ülkücü memurları bile hapse atmışlardı. Adları Türkiye’de “kanlı katil”, yurtdışında “Türk teröristi” idi.
Kendilerini uluslararası hukukun üstünde gören ve insan haklarını uygulamanın dışında tutan 12 Eylül zihniyetin temsilcisi olarak devrin İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner, Almanya İçişleri bakanı Zimmermann’a “dokuz kişinin katili diyerek” Üzeyir’in teslim edilmesi için özel mektup yazıyordu. O sıralar Türkiye’yi ziyaret eden Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’den de Üzeyir Bayraklı ve arkadaşlarını teslim etmelerini istiyorlardı. Hatta 1984’te Devlet bakanı olan Mesut Yılmaz, Meclis’te “Üzeyir Bayraklı’yı sahte pasaportla Bulgaristan’a kaçıran memurları tespit edip sıkıyönetime teslim ettik” diye övünerek konuşmalar yapıyordu. Üzeyir ise Mainz’de banyosu bile olmayan tek odalı bir evde kalıyor, çevredeki çiftliklerde saat ücreti iki Mark’a tarım işçiliği yaparak kimseye muhtaç olamadan yaşamanın mücadelesini veriyordu.
Derken nasıl olduysa 1985’te Üzeyir’in ismi birden Papa Olayı’nın sanıkları ile birlikte zikredilmeye başladı. Alman gazetelerinin iddiasına göre Mehmet Ali Ağca, suikast silahını Üzeyir’den almıştı. Tekrar gözaltına alınmalar, sorgulamalar, ifadeler başladı. Zulüm hiç de bitecek gibi görünmüyordu.