TÜRKEŞ GÜLNAR’DA
Memleketim olan Mersin’in Gülnar kazasında bulunduğum günlerin birinde, Alpaslan Türkeş ile birkaç arkadaşı kasabamıza geldiler. Türkeş, Gülnar’da kaldı. Rıfat Baykal ile diğerleri başka bir kazaya gittiler. Fakat orada arabaları arızalandığı için dönemediler. Onlar dönünceye kadar, Türkeş Gülnar’da üç gün mahsur/misafir olarak kaldı.
Alpaslan Türkeş, 27 Mayıs’ın “Kudretli Albayı” idi. Türk Halkı, 27 Mayıs sabahı radyolardan ihtilali onun sesinden öğrenmişti. Ben o sabah, öğretmen olan babamı CHP’li diye sürdükleri, Erdemli’nin Kösbucak köyündeydim. Köy halkının tamamı Demokrat Partiliydi. Evimizin 30 metre kadar uzağındaki köy kahvesinin radyosundan aşina olmadığımız tok bir ses bir şeyler söylüyordu. Bu, Türkeş’in sesiymiş. Annem, “Oğlum bu ne acaba? Gidip bir öğrensen” dedi. Ben de, bir şey bildiğimden değil, laf olsun diye “İhtilal olmuş, konuşan Kasım Gülek” dedim. Kasım Gülek, bizim o taraflarda ismet İnönü kadar sevilen CHP genel sekreteri idi. İçerisi dopdolu olan kahvehaneye vardığımda radyo kapatılmış, kimseden de çıt çıkmıyordu. Herkes düşünceliydi. Yoksa şaka olarak söylediğim şey gerçek miydi? Köylülerden birisi sessizliği bozarak “Böyle kayıtsız-küreksiz alınır mıymış?” deyince, durumu anladım. Duvarda, merhum Adnan Menderes her zamanki gibi gülümsüyordu.Ben o yıl, Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nin üçüncü sınıfına geçmiştim. Okula döndükten bir müddet sonra, Milli Birlik Komitesi üyesi olan Alpaslan Türkeş, albay üniforması ile okulumuza gelip bize bir konferans verdiğinde onu ilk defa görmüştüm. O zaman, sonraki yıllardakinin aksine, ince yapılı ve çevik, mütebessim çehreli idi.
Daha sonra Milli Birlik Komitesi içindeki fikir ayrılığı ve iktidar mücadelesi sonunda 13 arkadaşı ile birlikte tasfiye edilerek, 13 Kasım 1961’de Yeni Delhi’ye Askeri Müşavir olarak gönderilmişti. İki yıl sonra yurda dönünce, bir nevi göz hapsinde iken, bizim 21 Mayıs olayı sebebiyle o da bazı arkadaşları ile birlikte tutuklanıp 1. Nolu Askeri Mahkeme’de yargılanmış ve beraat etmişti.
Serbest kaldıktan sonra, artık ihtilalciliği bırakmış, demokratik yoldan iktidara gelebilmek gayesiyle yurdu dolaşarak, siyasi hayata nasıl bir giriş yapması gerektiğine karar vermek için nabız yokluyormuş. Bu vesileyle yolu Gülnar’a da düşmüş.
Kasabanın biraz dışında, toprak damlı, tek odalı bir evde misafir edilmişti. Kendisini ziyaret edip tanıştım. Vatandaşlar sadece merak saiki ile ziyaretine gelip dönüyorlardı. Sevilmiyordu. Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’ne mensup vatandaşlar, Menderes’in katili olarak gördüklerinden ona karşı büyük bir kin ve nefret besliyorlardı. Gerçi, merhum Menderes idam edildiği zaman Türkeş Hindistan’da bulunuyordu ve onun idam edilmemesi için devlet başkanı Cemal Gürsel’e mektup da yazmış ama, idamı gerçekleştirenler bu mektubu kamuoyundan sakladıkları gibi, iyi bir propaganda ile suçu da ona yüklemişlerdi.
Mamafih, öyle olmamış olsaydı da, 27 Mayıs darbesinde öne çıkan rolü sebebiyle, ona karşı büyük bir öfke vardı. Türkeş, karşı kampta bulunan Halk Partililer tarafından da sevilmiyordu. Çünkü onu sürgüne gönderen CHP yanlısı eski ihtilal arkadaşları ve basın, gıyabında yaptıkları tek yanlı propaganda ile onun “ırkçı, kafatasçı, Turancı ve dikta heveslisi tehlikeli bir kişi” olduğunu, bu sebeple 1944’te ismet Paşa tarafından tabutluklara attırılıp “tırnaklarının söktürüldüğü” hikâyesini iyi işlemişlerdi.
Yalnız adamdı. Misafir olduğu evin sahibi bile koyu bir CHP’li idi. Ben de, CHP’li ve 21 Mayıs sonrasında dahi İnönü hayranı bir kişi olarak, tamamen bu propagandaların etkisi altında olmama rağmen; onun hem eski bir asker olması, hem Askeri Lisedeki konferansında üzerimde bıraktığı müspet tesir ve hem de, memleketimize gelmiş bu yabancının yalnız bırakılmasından duyduğum acıma hissiyle, CHP’li dost ve akraba çevremin tenkit ve istihzalarına aldırmayarak, onu yalnız bırakmamaya karar verdim.
Uç günün büyük kısmını yanında geçirdim. Bu süre zarfında, beni hiç küçümsemeksizin muhatap alıyor, karşılıklı oturduğumuz yer minderinde, siyasi görüşlerini saatlerce usanmaksızın anlatıyor, anlatıyordu. Hedefinin, Milli Hareket adında, daha ziyade gençlere dayalı bir parti kurarak demokratik yoldan iktidara gelmek olduğunu, iktidarda neler yapacağını, esas meselenin bölünmeleri ortadan kaldıracak kültür ve ülkü birliğinin sağlanması olduğunu belirtiyor, bazen de benim fikrimi soruyordu.
Ara-sıra çarşıya çıkıp vatandaşlarla konuşmaya yahut memur kulübünde oturarak insanlarla sohbet etmeye çalışıyorduk. Çarşıya yaya olarak giderken, geçen kamyonların toprak yolda meydana getirdikleri yoğun toz-dumanın altında üstümüz-başımız toz-toprak içinde kaldığında, ona acıyarak bakıp içimden “Allah! Allah! Şu işe bak. İhtilalin kudretli Albayı bu mu?” diye geçiriyordum. Fakat o, ne buna, ne kaldığı evin ilkel şartlarına, ne de vatandaşların hoşa gitmeyecek tavırlarına hiç aldırmıyor, sanki her şey yolundaymış gibi moralli görünüyordu.
Bir defasında, “Adalet Partisi ilçe merkezini ziyaret edelim” dedi, gittik. Partililer, bir misafire gösterilmesi gereken misafirperverliği göstermekle beraber, sözlerini de esirgemediler. O ise hiç moralini bozmuyor, cesaretini kaybetmiyordu. Partilinin biri sordu:
– Bundan sonra ne yapacaksın?
– Ya sizin başınıza geçeceğim, ya da sizi bölüp ayrı bir parti kuracağım.
– Biz Demir Gıratız, bizi bölmeye gücün yetmez.
– Siz demir gıratsanız, ben de çelik baltayım. Sizi kıyık kıyık kıyarım.
Böyle yadırgatıcı, muhatabını tahrik edebilecek sert ifadeleri olabiliyordu. Öyle durumlarda, ola ki; bizim insanımız Yörük, sağı-solu belli olmaz, yanlış bir hareket yaparlarsa Albay’ı nasıl koruyacağımı planlardım.
Bir defasında da evde otururken, “Bahşiş” diye isimlendirilen, iri yapılı, sert tabiatlı dağ adamlarından birisi kapıda görününce, Türkeş,“Oo! Gel bakalım koca Bahşiş”dedi. Bahşışları bizler, iri yapıları, sıhhat fışkıran yüzleri ve kendilerine has kafa şekilleri ile tanıyabilirdik ama, Türkeş’in bunu nasıl bildiğini anlamadık. Adam da, ben de şaşırdık.
Hoş-beşten sonra bizim Bahşiş “27 Mayıs”ı eleştirmeye çalışırken, herhalde Ordu’ya da dokundurmalar yapınca, Türkeş birden “Orduya dil uzatırsan senin dilini kopartırım” diye gürledi. Ben içimden “Eyvah! İşte şimdi işimiz zor” diye geçirdimse de, adamcağız karşılık vermedi.
Bir gün de, Şehir Kulübünde otururken, kapıdan içeriye bir ortaokul öğretmeni adım atmıştı ki, onu görür görmez ayağa fırlayıp “Oo! Sen burada mısın Necati?” diyerek adamın boynuna sarıldı, kucaklaştılar. 17 sene önce Necati Bey yedek subayken beraber görev yapmışlar. Hafızasının gücüyle öğünürdü. Üç gün sonra Rıfat Baykal geldi, kendilerini sessiz sedasız yolcu ettim.
(Kaynak: Sabri Öğe – Bir 21 Mayısçının Tarihe Tanıklığı)