GARİP OLUR ÜLKÜCÜLERİN İFTARLARI

Ne zaman cezaevi ile ilgili bir film seyretsem veya okuduğum bir kitapta cezaevinden bahseden ibareler varsa içim bir garip titrer, kabuk bağlamış yaralarım kanar, hatıralarım depreşir hafızamda. Birden tayy-ı mekan eder ruhum, hala zulüm altında inim inim inleyen Ülküdaşlarımın da diğer arkadaşlarımın da yanına giderim.

Mübarek Ramazan ayındayız… Ülkücü kardeşim, bulunduğu hapishanenin bir hücresindedir şimdi. Solcu olsa koğuşta olurdu, adli mahkum olsa koğuşta olurdu… Sağ siyasi mahkum sayılıyor ya… bir hücreye attılar onu …hem de “iyilik” yaptıklarını söyleyerek…

ıftar vakti yaklaşır, oruçlu gardiyanlar bir kenarda toplaşır. Koğuşlardaki oruç tutan adli mahkumlar zaten bir kaç saat önceden teneke bıçaklarla salata için gereken malzemeleri doğramaya başlamışlardır… ıftar yaklaşıp da oruç dem dem ağırlaşırken, kuruyan ağızlarda güçlükle hareket eden dillerin sohbeti de sadeleşir, berraklaşır… Son dakikalar ise her zaman olduğu gibi telaşe vaktidir.

Benim Ülkücü kardeşimin ise kimsesi yoktur yanında, o Allah ile baş başadır. Vakit yaklaştığı için abdestini tazelerken, bir yandan da dalar gider, kollarından süzülen soğuk suya bakarak…

Az sonra, Yaradana açılacak avuçları bir devrin kaderini çizen kabzaları kavramıştı. Damarları gerili bilekleri kim bilir kaç şehidi kucaklamıştı… Bunca yalnızlık varken istemeden bir tereddüt bulutu geçer içinden, “keşke ben de şehit düşüp…” der gönlü, ama hamd-ü senalarla tamamlar abdestini… ımanlı bir gardiyanın bölüm kapısına güm güm vurması ile bilir ki, iftar vakti oldu. Suyla açar orucunu ve hazır bekleyen seccadesinde Hakk’a yönelir.

***

Küçük oda, az sonra gıcırdayarak açılan kapısından içeri giren ak saçlı sahibiyle canlanır. Senelerce hapis yatmış, senelerdir de vatanından binlerce kilometre uzaklarda yaşayan bu garip adamı yıllar içinde benimsemiştir. O, bir sürgündür.

Küçük oda, duvarlarındaki anlamsız yazıları umursamaz, kendisine manasız gelen resimlere hiç aldırış etmez. Bazen yabancı birileri gelir ve evde bilmediği bir dilde konuşmalar olur. Bu da rahatsız etmez küçük odayı… Çünkü, o bilir ki, az sonra bu anlamadığı bu gürültü bitecek ve yine sahibiyle sessiz bir uzlete gömüleceklerdir.

Küçük oda bilmez ki, İslam yalnızlık veya insanlardan uzak kalarak uzlete çekilmeyi emretmez. Küçük oda bilmez ki, bu sürgünün milyonlarca Ülküdaşı vardır da bir tanesi onunla ilgilenmez. Ama küçük oda bilir ki, bu yaşlanmaya başlamış sürgünün ne eşi, ne çocuğu, ne de bu hayati vecibeleri yerine getirmeye imkanı vardır. Küçük oda, bilirki bu sürgünün gurbetteki oğlunun hasretiyle yaşama gücü bulan bir anası vardır. Bilir ki, oturup avuçlarını göğe çevirerek saatlerce gözyaşları içinde birileri için mırıldanır…

Ramazan geldi mi küçük oda daha bir mutlu olur… Ak saçlı sahibi ile daha çok beraberdir çünkü. Akşamları masası, alıp getirdiği hazır yiyeceklerle dolar. Sonra, duvara astığı küçük bir kağıda bakar sık sık ve her gün oraya bir çizik atar… Sonra, ne oluyorsa artık bir kaç hurma atar ağızına ve serili olduğu yerden hiç kalkmayan küçük halı parçasının üstünde eğilip kalkmaya başlar sürgün. Geceleri de kalın bir kitap okur ta bir vakte kadar…

***

ılerideki boyu epeyce uzun, kalın gövdeli ağacın gölgesi üstüne düşen mezarın yanında oturan yaşlı kadın gözyaşları içinde dualarını bitirirken, su doldurmaya giden küçük torunu da elinde plastik bidon ile gelmişti. Daha önceden mezarın etrafında bir yol açıp iç kısmını iyice temizlemişler, kabarmış toprak kuru ot ve yapraklarla harman olmuştu. Mezarın her bir yanını suladılar.

Nine ve torun ikindi ezanı okunurken ayrılıyorlardı Kabristan’dan… Kadın, etraftaki mezartaşlarına ve mermerden yapılmış mezarlara bakarak iç geçirdi.

            -Yiğidime bir mezar taşı bile yaptıramadım bunca yıldır, ben ölsem yerini bilen kimse kalmayacak, dedi, hüzünle…

Eve vardıklarında, gelin sofrayı hazırlamaya başlamıştı. Televizyondaki iftar saati programında okunan Kur’an’ı dinlerlerken, çarşıdaki bir çay ocağında garsonluk yapan evin babası da gelip oturdu sofraya. Yakındaki camiden yükselen ezan sesi ile birlikte kocaman derin bir tas içinde sofranın ortasına konan bulgur çorbası bol ekmekle bütün ailenin iftarını yapmasına yetmişti. Yemek sonunda ellerini açan baba, salavatı şerife ile birlikte dua ettirdi: 

            -..daim-i devlet , nasib-i cennet, hanemize bereket, teşkilatımıza kuvvet, şehitlerimize rahmet, rıza-i bari allahüm mezit….

Dudakları ‘amin’ kıpırtıları ile dolu ihtiyar kadın gözleri yaşlı bir halde seccadeye gidiyordu

***

Az sonra katılacağı iftar daveti için en yeni takım elbisesini giymişti. Öğle üzeri, önceden telefon ederek geçerken uğrayacağını bildirdiği kuaförü, kısa sürede bıyıklarını düzeltmişti. Sarı saçlı adam, aynanın karşısına geçtiğinde lacivert takım elbise ile bıyıklarının çok güzel bir uyum içinde olduğunu gördü. Özellikle en irisini seçip aldığı altından yapılma bozkurt rozetini yakasına iliştirdi özenle.

Herkesten önce varayım diye lüks otelin lobisine erkenden damladığında acayip şaşırmıştı. Lobi, lacivert takım elbiseli üç hilal ve bozkurt rozetli insanlarla doluydu. Tanıdık bir kaç kişiyi selamlayıp “reisim” dediği kel kafalı şişman adamın yanına vardığında onun bir telefon konuşmasa şahit oldu

            -….Oğlum Haydar, kap kamerayı gel… Orda olmazsa mahalli TV. de yayınlatırım… Bütün gazetecilere Şıhmuz reis haber vermiş zaten… Bizim gençleri de hazırladık bol bol resim çekilecek…

Kalabalık git gide artıyordu. Kendini reisine göre ayarlayıp gözünü ondan ayırmadan ve pozisyonunu kimseye kaptırmadan beklemeye başladı. Garsonlar, ağır mobilya masalara yemek takımlarını yerleştirirlerken, yavaş yavaş içeri giriliyordu. ıftar vaktine çok kalmamıştı. Masalardan yükselen uğultu, okunmaya başlayan Kur’an sesi ile  kesildi. Vakit olmuştu. “Allahü ekber, Allahü ekber” nidası ile herkes yiyeceklere saldırmaya başladı. Çorbalar, kebaplar, pideler, kavurmalar, kompostolar, tatlılar… Bir müddet sonra, namaz kılmak üzere yan taraftaki bölmeye geçenler de geri dönünce iftar daveti tam kıvamını bulmuş oldu. Kur’an okuyan hafızın önündeki mikrofon artık reislerin ellerinde dolaşıyordu:

            -Ülkücüler kardeştir, bölünmüşlüğümüz sona erecek bir birimizi kucaklayacağız, kırgınlıkları küskünlükleri bir kenara koyacağız, bize oy verdiği halde bir kenarda unutulmuş olanları bulup gönüllerini alacağız…

            -Bu hareket şehitlerimizin gazilerimizin emanetidir, biz bu bayrağı onlardan teslim aldık onları asla unutmayacağız…

-Ülkücü Hareket her şeye muktedirdir. Bakın bu mübarek Ramazanda en lüks otellerin lokantalarında iftar yemekleri veriyoruz…

Gazete muhabirlerinin ve kameraların fırıl fırıl döndüğü salonda bol köpüklü kahvesinden höpürdeterek bir yudum alan sarı saçlı adam, yanında oturduğu kel kafalı şişman reisine:

            -Ya valla reisim böyle çok güzel oluyor, keşke bunu bütün Ramazan boyunca her gün yapsak…

Recep Küçükizsiz

Recep Küçükizsiz, Adanalı olup ilk ve ortokulu memleketinde okudu. Adana Erkek Lisesi'nde başlayan lise tahsilini Kadirli ve Antakya'da okuyarak tamamlayabildi. Ülkücü olduğu için 3 kez hapse girdi. 12 Eylül darbesinden sonra tutuklanıp MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. Alparslan Türkeş ile birlikte idamı istenen 220 ülkücüden birisiydi. Mamak Mahkemeleri'nde "iki idam, bir müebbet hapis" cezasına çarptırıldı. Adana, Mamak, Gaziantep, Bursa, Bayrampaşa gibi cezaevlerinde 11 yılı aşkın hapis yattı. Cezaevinde İktisat fakültesini bitirdi. 1991 senesinde, "Şartlı Salıverme Kanunu" gereği serbest bırakıldıysa da Yargıtay'ın "her idam cezası için 10 yıl yatılacak" şeklindeki kararı üzerine Almanya'ya iltica etti. Uzun yıllar Avrupa Türk Federasyonu'nda yönetici olarak görev yaptı. Evli ve dört çocuk babasıdır. 2000 senesinde çıkarılan ve kamuoyunda "Rahşan affı" olarak bilinen kanundan "Cezaevlerinde yatan üç-beş çapulcu için hükümeti bozamam" diyerek Ülkücülerin faydalanmasını engelleyen Devlet Bahçeli'ye tepki olarak Yusufiyeliler Hareketini başlatıp, haksız bir şekilde cezaevlerinde yatmakta olan arkadaşlarının sesi oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir