HOŞ GELDİN YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN – II

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

Bu Ramazanda da, kanadı kırık coğrafyamızda yine yalnızız, yine yorgunuz, yine yürekten vurgunuz… Çünkü her yanda; umutları, hayâlleri, ideâlleri, istikbâlleri çalınan; hür irâdeleri, her türlü hakları, demokrasi talepleri ellerinden alınan; çağdaş putların, Nemrutların, Tagutların insafına âmâde kılınan Müslümanlar karşımıza çıkıyor.

Ne yazık ki, çok uzun zamandır İslâm coğrafyasında; atâlet, rehâvet, cehâlet, dalâlet, gaflet ve hıyânet hep iç içe yaşıyor. Dinmiyor bir türlü “Nazlı Hilâl”in gözyaşı… Ne yana baksak o yanda; hasretin hicrâna, hicrânın hüzzâma dönüşüne şâhit oluyoruz… Söğüt’ten filiz verip cihâna yayılan, “Veliyyü külli mazlumîn” (Bütün mazlumların koruyucusu, hâmisi, dostu) olan, ancak 20. yüzyılın başında gurûb eden Osmanlı’nın yarım kalan mukaddes sevdâsının hüznünü yüreklerimizde duyuyoruz… Ve gönül coğrafyamızdaki sağduyulu insanların dile getirdiği; “İzâ zelle’t-etrâk, zelle’l-İslâm”  (Türklerin sükûtu / düşüşü; İslâm Âlemi’nin de sükûtudur / düşüşüdür.)  sözünün tarihî bir hakikat olduğunu bir kere daha düşünüyor ve haklılığını da yeniden idrak ediyoruz. 

Müslümanlar, yine en vahşi katliamlara uğruyor. Yine bomba yağmurları altında sonu gelmeyen sürgünler yaşıyor. Vicdanları sağırlaşmış, yürekleri taşlaşmış “Hür Dünya” (?!), katliamları BM ile birlikte vurdumduymaz bir tavırla sâdece seyrediyor.

Tarihî Türk yurdu Doğu Türkistan’da “Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular”[1]demir atıyor kalbimize… Boğulmuş feryatlar titriyor sesimizde… Uygur Türkleri her sabah nükleer serpintiyle gelen yeni bir ölüme uyanıyor.  Urumçi’de ezanlar minarelerde buz tutsa da; hâlini kimseye anlatamıyor, derdini hiç kimseye dinletemiyor. Mazlumların çığlığı gök kubbeyi deliyor, lâkin Müslüman yüreklerden içeri bir türlü giremiyor.  Türk Dünyası’nın yetimi, ümmetin öksüz evlâdı Doğu Türkistan’ın kanayan yarası gönülleri kanatıyor. Kızıl Çin’in Uygur Türklerine yaptığı insanlık ve ahlâk dışı işkenceler, akıl almaz katliamlar ve kitlesel göz altılarla başlayan en şen’î uygulamalar îmânı, vicdânı ve insâfı olan her insanın yüreğini yakıyor. Üç kuruşluk ticârete fedâ edilen Müslüman Uygur Türklerine karşı yapılanlar; eğer vicdânları sızlatmıyorsa, eğer îmânınızın gereğini harekete geçir/e/miyorsa ve eğer kanınıza dokunmuyorsa yazıklar olsun insanlığınıza, Müslümanlığınıza, Türklüğünüze… Doğu Türkistan’da çiğnenen nâmus bizim namusumuzdur, toplama kamplarında her türlü Çin işkencesine mâruz kalanlar, sistemik olarak asimile edilmeye çalışılanlar ve hunharca soykırıma tâbî tutulanlar bizim gardaşlarımız, bizim soydaşlarımız ve bizim dindaşlarımızdır. Onlara fiilen hiçbir şey yapamıyor, yaralarına merhem çalamıyor ve el uzatamıyorsak; hiç olmazsa İlâhî yardımın gelmesi ve çok zor durumda olan Müslüman Uygur Türklerinin felâhı için şu Ramazan gününde ve iftar vakitlerinde Yüce Rabbimize duâ edelim. Nerdesiniz Bütün mü’minler kardeştir[2] Âyet-i Celîlesini dilinden düşürmeyen Müslümanlar!..  Şâir Seyyid Vehbi’nin; Halimize dost değil, düşmen-i gaddar ağlar” mısraı, sanki yaşadığımız bu acıklı tabloyu çok veciz bir biçimde özetliyor.

Mü’minlerin ilk kıblegâhı diye tesmiye olunan,  birçok peygambere ait hâtırâları bağrında saklayan ve   “Çöllerde kayıp bir yetim vahâ”[3]olan Filistin… Aklın durup, aşkın hüküm kıldığı, zamânın ve mekânın aşıldığı,  zamansız mekânlara ve mekânsız zamanlara hükmeden Mi’rac mûcizesinin gerçekleştiği kutlu mescidin bulunduğu muazzez topraklar. Azîz hâtırâlarını Efendiler Efendisi(s.a.v.)’nin teşrifiyle taçlandıran, Cenâb-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “Biz O’nun çevresini mübârek kıldık”[4]  diye târif ettiği mukaddes belde Kudüs…. Şâirin; “Kurşundan çiçeklerin şehri” dediği; “Gökte yapılıp yere indirilen şehir.”[5] Mazlumların feryadının yükseldiği, gözyaşının sel olup aktığı; âh”ın “of”a, of”un âh”a karıştığı akrebin kıskacındaki hüzün diyârı olan Kudüs;  yine öksüz, yine yetim… Yine sapan taşlı çocuklar tanka karşı yumruklarıyla vatan müdafaası yapıyor… Yine Mescid-i Aksâ kan ağlıyor… Yine kundaklardan kan damlıyor… Yine anaların yürekleri parçalanıyor… Yine Gazze’de insanlık insanlığından utanıyor… Yine zulüm ve kıt’al ayyuka çıkıyor…

İslâm kardeşliği şuurunda olamadığımız için, Kur’ân’ın emirlerini hakkıyla yerine getiremediğimiz için, İslâm’ı “Asrın idrâkine” söyletemediğimiz için,  Müslümanlar dünyanın dört bir tarafında eziliyor, horlanıyor, katliâma uğruyor… İslâm coğrafyasında insan hayatı sudan ucuz…  Sûdan ayrı bir dert… Libyâ’ya musallat olmuş bir başka nâmert… Mısır’da sergilenen yine küresel tezgâh… Huzûra hasret olan Şimâlî Afrika, Ceziretü’l-Arab, Yemen, Bahreyn, Kuveyt, Umman Osmanlı Türklerini nasıl aramasın? 

Suriye’de ve Îrak’ta yaşananlar; acı, kan, gözyaşı, sürgün, talan, işgâl ve en şeytânî zulüm… Tam bir küresel vahşet… İslâm Dünyası’nda küresel saldırılar bir soykırım boyutunda…  Irkçılık ve mezhep çatışmaları almış yürümüş… Bağdat’ın, Kerkük’ün, Musul’un, Telâfer’in ufkunu yine siyah dumanlar bürümüş… Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’de de yine bir “fitne fitili” ateşlenmiş…    İsrail uşaklığına ve ABD tetikçiliğine “poşulu rakkâseler” yeniden seferber olmuş…

Afganistan’da toprak yine ölüm kokuyor.  Kandehar Dağları’nda umutları paramparça olmuş insanlar gözyaşı döküyor.  Küresel insan kasaplarının “demokrasi getirme” (!)  yalanı Haçlı vahşetine dönüşüyor, ama hiç kimse kılını bile kıpırdatmıyor. Arakan’da, Somali’de insanlar aç, insanlar perişan, insanlar âciz… İnsanlar, “hastanın sabahı beklediği gibi”[6]bir yudum su, bir parça ekmek, bir tüp ilaç, bir kutu mama bekliyor; gözünü semâya dikerek… Keşmir yine yaralı, Ahıskalıların yine gözü yaşlı, Kırım yine yaslı… Batı Trakya yine garip, Bosna yine mustarip… Tuna öksüz, Üsküp yetim…

Bütün bunlardan çok daha vahimi ise; birçok İslâm ülkesinde “Müslüman” liderlerin (?!), küffârın zulüm rekorlarını peş peşe egale etmesi…  Orta-Doğu düşman çizmesi altında inlerken, yedi yıldızlı saraylarda keyif süren lider müsveddesi emirlerin petro-dolarların gölgesinde serinlemesi… Oligarşik yönetimlerin, aşiret reislerinin, beşik uleması mollaların, fason kanaat önderlerinin, devşirme din baronlarının, beynini ve ruhunu kiraya veren “aydın” kisveli karanlık adamların, tatlı su demokratlarının, mevsimlik ideâlistlerin, rüzgâr gülü muhafazakârların ve ABD güdümünde siyâset belirleyen (?!) BOP’un emireri politika bezirgânlarının İslâm coğrafyasındaki milletleri küresel yalanlarla kandırması, “sahip”lerinin arzuları istikâmetinde uyutması, manipüle etmesi ve gütmesi…

Hâl böyle olunca, nasıl bize “Hoş bulduk” diyebilsin bu mübârek Ay…                

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

Anadolu Yaylası’nda ve Türk Dünyası’nda da derdimiz bitmek bilmiyor bir türlü… Yüreğimizi yakan sancılar ve zihnimizdeki dayanılmaz acılar hep iç içe giriyor… Âkif’imiz; “Ne gurbettir çöken İslâm’a, İslâm’ın diyârında”[7] derken bu hâleti vurguluyor. Ülkemiz, kendi medeniyetiyle kavgalı, kendi değerleriyle dâvâlı hâle geliyor / getiriliyor. İnsanımız, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[8]  durumuna düşüyor / düşürülüyor. “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem”[9] mısraı milletimizin yaşadığı sıkıntıları sükûtun lisânıyla dile getiriyor. Devlet adamlarımız ayrı bir dert, ilmiyenin-seyfiyenin-kalemiyenin hâli ayrı bir külfet, kaht-ı ricâl bir başka sıkıntı, insanımız ayrı bir makam, ahvâlimiz ve minvâlimiz ayrı bir fasıl olunca, Şehr-i Ramazan bizi nasıl hoş bulabilsin ki…

Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan’da kendimizi, maddî sıkletimizden çok daha fazla mânevî eksikliklerimizi ölçmek için kantara vurmuyoruz /vuramıyoruz / vurmak istemiyoruz, nefis muhasebesinin üzerinde durmuyoruz / duramıyoruz / durmak istemiyoruz.

Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; ülkemizde de Ramazan’ın rûhu, saatlerin kadranına, ya da takvimlerin yapraklarına hapsediliyor, Onbir Ayın Sultanı’ndan yansıyan güzelliklerin gönüllere girmesine mâni olmak için yine çağdaş (!) tedbirlerin alındığına şâhit oluyoruz.

Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan’ın rahmet ve hidâyet ikliminin; evlere, sokaklara, şehirlere ve tüm ülkeye yaydığı İlâhî sevdayı, ruhlarımıza duyurduğu “Gül” kokusunu ve yüreklerimize taşıdığı bayram coşkusunu hazmedemeyenler; taammüden “Ramazan suikastlari”ne teşebbüs etmek için yine sahne alıyorlar… Her yıl Ramazan’ın feyz ve bereketini azaltmak, bu inanç iklimin nûrânî güzelliklerini buharlaştırmak, zihinlerde tereddütlere sebep olmak ve gönülleri ifsat etmek için sahne alan medya ulaması tele-vâizler ve modern din eksperi teologlar yine kafa karıştırmaya devam ediyorlar… Dîni dar ya da İslâm ahkâmını anlatmayı ticâret kapısı olarak gören bu hokkabazlar; dindarları tahrik ve tahkir, dînî hayatı tahrif ve tahrip için her yıl sun’i meseleler, art niyetli gündemler icat ediyorlar, ya “nabza göre şerbet” misâli köşesiz fetvâlar veriyorlar, ya da bir kaşık suda fırtına kopartıp, havanda su dövüyorlar, bozgunculuk yarışına giriyorlar ve dîni mihraptan yıkmaya çalışıyorlar.

Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; her sene olduğu gibi bu yıl da, “bir kısım medya”; hem “ruh kökümüze” duyduğu husûmet, hem milletimize karşı beslediği nefret, hem de ticârî ihlâsa dayalı hidâyet (!) sebebiyle “Ramazan Müslümanı” oluyor. Ve ekranlarda “Direkler Arası”  formatlı, sazlı, sözlü, dansözlü levânten usûlü “Ramazan Programları” tertiplemeyi de hiç ihmâl etmiyor… Seyyar kıbleli boyalı basın, gözünü boyadığı Müslümanlardan nemalanmanın yollarını yine buluyor ve dindarlığını göstermek adına “tombala seti”nin yanında; “Tercüme Din Kitapları”nı, “Ramazan Yemekleri Târifi”ni ve “Kesikbaş” hikâyelerini de promosyon olarak veriyor. Ve “bizim mahallenin” “saf ve mütedeyyin sâkinleri” reytingleri ve tirajları tavan yaptırmaya devam ediyor.

Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan’ın gündüzünde oruç tutup, gecesinde teravih için safa duranlar, üniversite kapılarında gözyaşı döken başörtülü kızlarımızla aynı safta bulun/a/mıyor, fakat “eski tüfekler” ateistlerle, liboşlarla, mezhepçi ve ırkçı bölücülerle aynı safta olmaktan hiç rahatsızlık duymuyorlar… “Nasrânileri ve Yahudileri” kendisine dost edinenler; Türkiye’nin  “ABD ile Stratejik Ortaklık” masalı ve “AB Üyeliği” ütopyasıyla ne hâle düştüklerinin /düşürüldüklerinin farkına bile var/a/mıyorlar… Müslüman cemaatlere gerekli yakınlığı göster/e/meyenler; lüks otellerde papaz ve hahamların “Âmen” nidâları arasında ‘mükellef iftar şenlikleri’ tertip etmekten de hiç geri durmuyorlar… “Hoşgörü” edebiyatını dilinden düşürmeyip, Yahudileri ve Hıristiyanları sınırsız müsamaha gösterenler, kendi dışındaki cemaatlere ve millî düşünce sahiplerine en hafif ifâdeyle “buz dağı” gibi duruyorlar, enâniyet kibrinin doruklarında gezinerek… 

 Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; “Batılı müttefiklerimiz” (!) tarafından Türkiye üzerinde bir ameliyat plânlanıyor… Bu aziz vatan, göz göre göre etnik fitnenin ateşiyle kavruluyor… “Bin yıllık kardeşlik”  yok edilmeye çalışılıyor… Akıl, iz’an, ferâset ve irfan; “ileri demokrasi ve özgürlük”  terâneleri adına dile getirilen etnik fitnenin bölücü rüzgârlarında savruluyor… “Kimlik sorunu” diyenlerin, zihniyetlerinin arka plânında vârolan  “küresel tezgâh”, “kişilik problemi”  ve “inançsızlık fenomeni”  hiç mi hiç sorgulanmıyor… “Analar ağlamasın!” diyenler bu aziz milletin anasını ağlatmaya, Mehmetçiklerimizin kanını dökmeye devam ediyor… Durum böyle olunca Şehr-i Ramazan bizi nasıl hoş bulabilsin ki…

Elbette Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zirâ; nefsimiz Ramazan’ın nûruyla tenvîr ve tezyîn edilmeyi beklerken, yüreğimiz dünyanın nârına yanmaya devam ediyor. Ramazan’da, Ramazan’ın rûhunu yaşamadan ve yaşatmadan oruç tutuluyor… Ramazan’ın taşıdığı mânâ ve rûhu idrâk etmeden, şeklî olarak yaptığımız ibâdetlerin bir tezâhürü olan, özünden değil yüzünden tutulan oruçlar, Abbas Sayar’ın:

“Gündüz oruç, gece kumar

 Deli gönül cennet umar”

dizelerinde sehl-i mümtenî tarzında ve çok veciz bir biçimde ifâde ediliyor…

  Dr. Mehmet GÜNEŞ


[1] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Açık Deniz
[2] Hucurât, 49/10
[3] Mehmet Âkif İnan, Mescîd-i Aksâ
[4] İsrâ, 17/1
[5] Sezâi Karakoç; Alınyazı Saati-Kudüs
[6] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Beklenen, 196
[7] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Gölgeler, Umar mıydın, 443
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400
[9] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Safahat, 3

1956 Afşin doğumlu olan Mehmet Güneş, Kahramanmaraş Lisesini bitirdikten sonra Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olmuştur. Biyokimya doktorasını Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsünde yapmıştır. Mehmet Güneş, yaklaşık 30 yıldır Yozgat'ın Sorgun ilçesinde serbest hekim olarak çalışmakta olup evli ve dört çocuk babasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir