ALMANYA HATIRALARI -16

TELEFONLAR SUSMUYORDU

Teşkilatta kalmaya başlayınca Cevat başkan “Almanya’da kalacaksan, Almanca bileceksin” diyerek beni Küçük Ahmet’in adıyla bir dil kursuna yazdırmıştı. Şehrin en tanınmış ve kalabalık yerlerinden biri olan König Caddesindeki okula her gün gidip geliyordum. Aralarında Brezilyalı, Kolombiyalı, Rus ve Macar öğrencilerin de bulunduğu on kişilik sınıfımızda değişik öğretmenler tam gün eğitim veriyorlardı. Ders aralarında arkadaşlarla İngilizce konuşarak anlaşıyorduk. Bir gün yeni gelen bir öğretmen sınıfla tanışırken bana da “Nerdensin?” diye sordu. Ona “aus der Türkei” diye cevap verdiğimde “Kürt müsün?” dedi. Hayır Türk’üm dedimse de tekrar tekrar aynı şeyi sorması üzerine kızıp “Ich bin Türke, İch bin Türke” diye üst üste birkaç defa ve çok yüksek sesle karşılık verdim. O günden sonra sınıf arkadaşlarım bana hep “El Türko” diye hitap ettiler. Okulda zevkle dil öğrendiğim güzel günler geçiriyordum.

Akşamları okuldan gelince teşkilatın lokalinde arkadaşlarla buluşurdum. Bana “hafızan güçlü, mümkün olduğu kadar çok kelime ezberledin mi bu iş tamamdır” derlerdi. Şakacıların tavsiyesi ise her zaman “sarı saçlı sözlük” ve “dil dile değmeden dil öğrenilmez” şeklindeydi.

İstifalardan sonra canım çok sıkılmıştı. Hep yalnız kalmak istiyordum. O gün Nadir aramış “Hemen federasyona gelsin” diye haber bırakmış. Nelerle karşılaşacağımı bilmediğim için federasyona da gitmek istemiyordum. Hemen giyip çıktım. Teşkilata çok yakın olan Schlosspark’a kendimi attım. Bir ucu Neckar ırmağına kadar uzanan parkta yalnız başıma dolaştım.

Kafam hep cevapsız sorularla doluydu. Bir tarafta Başbuğumuz, diğer tarafta Muhsin Abimiz vardı. Bizi bu duruma düşüren feleğe sitem ediyordum. Hava kararırken mecburen teşkilata geri döndüm. Daha içeri girer girmez beni görenler “herkes seni arıyor” dediler. Yukarıdaki yönetim odasına çıktım. Cevat uzun zamandır beni bekliyormuş. Nereye gittiğimi bilen olmadığı için telaşlanmış. Bu arada beni federasyona götürmesi için Hüseyin’i ayarlamış.

Yola çıkmadan önce Nadir’i aradım. Federasyonda yalnız olduğunu söyledi. Bu arada küçük odaya iki ranza kurulduğunu belirtince “yani?” dedim. “Yanisi o ki, bu defa kalıcı olarak geliyorsun” dedi. Bunun üzerine Hüseyin’e biraz beklemesini söyleyip yukarı odama çıktım. Hepsi bir bez torbanın içinde bulunan eşyalarımı alıp geldim.

Hüseyin ile yola çıktık. Herkes gibi o da çok üzgündü. “Ne oluyor böyle?” diye sordu. Bu konuda konuşmaktan sıkıldığım için bildiklerimi kısaca anlattım. Peş peşe yaktığımız sigaralar sebebiyle tavan camından çıkıp giden kara dumanı seyrediyordum. O kadar etkilenmişim ki, “Allah’ım yaşadığımız bütün sıkıntılar, aynı böyle içimizden çıkıp gitsin” diye dua ettim.

Hüseyin bütün anlattıklarımı hiç ses çıkarmadan ve dikkatlice dinlemişti. Fakat şimdi de “bundan sonra ne olacak?” diye sormaya başladı. Biliyorum bu sorudan sonra da “Ne yapacağız?” diye soracaktı. Sıkıştığımı fark ettim. Bu soruları ben kendime bile sormaktan çekiniyordum. Konuyu değiştirmek için bir bahane ile ona Adana Kapalı Cezaevi’ne yatarken başımızdan geçen eski bir hikayeyi anlatmaya başladım. Federasyonun kapısına varana kadar da bitirmedim. Hüseyin bu, Kayserilidir durumu anlamış “Helal oldun Recep Baba soruma cevap vermemek için buraya kadar bana hikaye anlattın ya…” diyerek gözü açıklığını belli etti.

Federasyonda kimse yoktu. Nadir namaz kılıyormuş. Bu arada telefonlar hiç susmacasına çalıyordu. Ne yapacağımı bilmez bir şekilde masanın başına geçtim. Niçin telefonların susmadığını tahmin ediyordum. Baksam mı bakmasam mı? Nadir selam vermiş olmalı ki, “telefonlara bak” diye tâ oradan bağırdı. Besmeleyi çekip istemeyerek ahizeyi aldım.

Arayan kendini tanıttı. Dortmund’tan Sebati isminde biriydi. Önce “Ne oluyor? diye sordu ama benim cevap vermeme gerek kalmadan kahırlı sitemli uzun bir nutuk çekti. Sadece “haklısın, doğrudur” gibi laflar ettim. Son sözü “Türkmen başkana selam söyle, biz bu ayrılık işlerini iyi biliriz, gerekirse teşkilat olarak hepimiz oraya geleceğiz” oldu. Önümdeki telefon santral olduğu için aynı anda arayan diğerlerini Nadir’e ve ekmek alıp gelmiş olan Metin’e yönlendiriyordum. Gece geç saatlere kadar bu trafik kesintisiz devam etti.

Gece yarısı ancak Nadir ve Metin ile oturup bir durum değerlendirmesi yapma imkanı bulduk. Metin ağlamaklı bir şekilde “ben bir daha telefona bakmam” dedi. Sanırım bir şeyler sorulduğunda “ben bilmiyorum, bunu yönetici arkadaşlara sorun” deyince ve bizler de telefonla konuştuğumuz için bize aktaramayınca oyalandığını sanan insanlar ağır laflar etmişler. Nadir “tamam sen bakma” dedi. Nadir ile birkaç günün yorumunu yaptık. Ne şekilde hareket edeceğimizi kararlaştırmamız gerekiyordu. Türkmen başkan yarın Suat ile birlikte geliyor, bunu o zaman belirleyelim, dedi. Çok huzursuz bir gece geçirdim. Arayanların üzüntülü veya öfkeli konuşmaları bir türlü kulaklarımdan gitmiyordu.

Ertesi gün telefonlar sabah erkenden çalmaya başladı. Herkese yatıştırıcı, teselli edici sözler söylüyorduk. Bir çoğuna “Nasıl olsa izine gidiyorsunuz, neler olduğunu orada bizden daha iyi öğrenirsiniz” diyorduk. Bu arada Cumali federasyona koca bir tencere aşure getirdi. Canımızın sıkıntısından ne Muharrem’in geldiğinden ne de Aşure günü olduğundan haberimiz olmuştu. Bu arada ondan Muhsin Abi birlikte hareket edenlerin toplantı yapacaklarını öğrendik. Bu çok kötü bir haberdi. Demek Türkiye’deki olaylar sadece istifa ile kalmayacak, belli ki buralara kadar uzanan yeni bir yapılanmaya doğru gidecekti.

Bu arada Metin, bölgelere dağıtımını yaptıkları kurultay videosu ile şikayetler olduğunu söyledi. Şaşırdım. “Neyini beğenmemişler?” diye sordum. “Çok kişi aradı ve Video kasetin kabına geçirilen kapakları kasıtlı olarak mı koydunuz diye sordu” dedi. Kapak olarak ne koyduğumuzu hatırlayamadım. Metin bir kaset getirdi. Hazırladığımız videonun arka yüzündeki kapakta Ozan Arif’in “Sen Yalnız Değilsin” isimli şiiri vardı ve oradaki bir kıta şöyleydi:

Kim bilir ne kadar, sığmaz ki dile,
Say sayabilirsen, kaç ehl-i çile,
Kırk çatal yürekli Muhsin`im bile,
Vallahi… Billahi… Seninle şimdi.

Nadir “Bugünden yarına kimin ne olacağını kimse bilemez. Şimdi elimizdeki kasetlerin arka kapaklarını çıkarırız olur biter” diyerek pratik bir çözüm önerdi. Akşama doğru Türkmen başkan, Suat ile federasyona geldiler.

Recep Küçükizsiz, Adanalı olup ilk ve ortokulu memleketinde okudu. Adana Erkek Lisesi'nde başlayan lise tahsilini Kadirli ve Antakya'da okuyarak tamamlayabildi. Ülkücü olduğu için 3 kez hapse girdi. 12 Eylül darbesinden sonra tutuklanıp MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. Alparslan Türkeş ile birlikte idamı istenen 220 ülkücüden birisiydi. Mamak Mahkemeleri'nde "iki idam, bir müebbet hapis" cezasına çarptırıldı. Adana, Mamak, Gaziantep, Bursa, Bayrampaşa gibi cezaevlerinde 11 yılı aşkın hapis yattı. Cezaevinde İktisat fakültesini bitirdi. 1991 senesinde, "Şartlı Salıverme Kanunu" gereği serbest bırakıldıysa da Yargıtay'ın "her idam cezası için 10 yıl yatılacak" şeklindeki kararı üzerine Almanya'ya iltica etti. Uzun yıllar Avrupa Türk Federasyonu'nda yönetici olarak görev yaptı. Evli ve dört çocuk babasıdır. 2000 senesinde çıkarılan ve kamuoyunda "Rahşan affı" olarak bilinen kanundan "Cezaevlerinde yatan üç-beş çapulcu için hükümeti bozamam" diyerek Ülkücülerin faydalanmasını engelleyen Devlet Bahçeli'ye tepki olarak Yusufiyeliler Hareketini başlatıp, haksız bir şekilde cezaevlerinde yatmakta olan arkadaşlarının sesi oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir