ALMANYA HATIRALARI -22

BURNUMUZUN DİBİNDE OLANLAR

O günlerde Hürriyet Gazetesi’nde bir haber çıkmış. Ben görmemiştim. Haberde Frankfurt’ta bir lisede cereyan eden yabancı düşmanlığı ile ilgili bir olaydan bahsediliyormuş. Hatta Türk öğrenciler de protesto için okulda boykot başlatmışlar. Bu haber Suat’ın dikkatini çekmiş. Akşam bir arada oturmuş sohbet ederken, “Burnumuzun dibinde neler oluyor da bizim haberimiz yok” diyerek gazetedeki haberi bize okudu. Nadir’in, okullarda ve işyerlerindeki bu tür yanlış uygulamalara dair epey bilgisi varmış. Önceden cereyan eden benzeri olaylar hakkında duyduklarını bize anlattı. Hemen orada bir karar alındı ve gazetede ismi geçen Türk çocuğunu bulalım, denildi.

Gazetede çıkan ismi rehberde arayarak olayın mağduru/kahramanı Serdal’ın telefonunu bulduk. Nadir ertesi gün o numarayı aradı. Serdal’ın annesi çıkmış telefona ve kısaca olanı biteni anlatmış. Nadir de “Eğer müsaitseniz sizi ziyaret etmek isteriz” demiş ve adresi almış. Akşama doğru Suat ile Nadir Serdal’ı ziyarete gittiler. Geri geldiklerinde öğrendiklerini anlattılar. Meğer ırkçı biri olan okul müdürü, teneffüste birkaç Türk çocuğunu bir arada görünce Türkçe konuştuklarını zannederek “Burası Almanya, burada Türkçe konuşamazsınız” diye bas bas bağırmış ve onları azarlamış. Serdal yanına gidip “Türkçe konuşmuyorduk ama teneffüste hangi dilde konuştuğumuza siz karışamazsınız” diye itiraz edince müdür işi hakarete kadar vardırmış. Müdürün zaten bu konuda sabıkalıymış.

10. sınıfta okuyan Serdal okul öğrenci başkanıymış. Gerek öğretmenleri, gerekse öğrenciler tarafından sevilip sayılan biriymiş. Müdüre bu hakaretlere bir son vermesini söylemiş. Onlar tartışırken herkes etraflarına toplandığı için az sonra olay bütün sınıflarda duyulmuş. Serdal o gün arkadaşları ve öğretmenleri ile görüşerek müdürü şikayet etmek için bir çalışma yapmaya karar vermiş ama bilhassa görüştüğü öğretmenleri “Bu müdürün yaptıklarını şikayet etmek yetmez, boykot başlatın” demişler. Boykot başlayınca da konu siyasi partilerin ilgi odağı haline gelmiş. Bilhassa Yeşiller Partisi konuyu Belediye Meclisi’ne taşıyınca ortalık iyice karışmış. Daha bir sürü olay… Bunları dinleyince Suat’ın “Burnumuzun dibinde olanlardan haberimiz yok” sözüne hak verdim. Serdal’ı davet etmişler, hafta sonu federasyona geleceğini söylediler.

Uzun boylu, pırıl pırıl bir Türk genciydi gelen. Annesi öğretmenmiş. Babası büyük bir otelde elektrik teknisyeni olarak çalışıyormuş. Kırık dökük bir Türkçe ile konuşan bu sempatik gence kitap okuyor musun, neler okuyorsun diye sordum. Jurgen Roth’un “Die Türkei. Republik unter Wölfen” (Türkiye: Kurtların Yönettiği Bir Cumhuriyet) isimli kitabını okuduğunu söyledi. Bu kitap 1981’de çıkmış. Henüz Alman literatüründeki ülkücü karşıtı yayınları bilmediğim için şaşırdım. Jürgen Roth da Günter Wallraff gibi skandal olayları yazan bir gazeteciydi. Okumayı seven Serdal bir anda gönlümü fethetmişti. Daha sonra onunla Alman literatüründeki Türklük araştırmalarına dair eserleri toparlamak için sık sık bir araya gelecektik. Serdal o günden sonra ülkücü olmuş, federasyonun müdavimleri arasına katılmıştı. Türk, Alman, Arnavut, Faslı arkadaşlarını da federasyona getiriyordu. Kuş uçmaz kervan geçmez bilinen federasyon gençlerin uğrak yeri olmaya başladı. Üniversiteli olunca da Ülkücü Üniversiteliler Birliğini oluşturma çabasına girişecekti.

Frankfurt Ülkü Ocağı bünyesinde bulunan cami, seneler içerisinde federasyonla birlikte birkaç kere yer değiştirdiği halde hep şehir merkezinde olması sebebiyle işlevini hala sürdürüyordu. Sanırım daha 1978’de, Türkiye’den Diyanet’ten kadrolu imam getirtilen ilk camiydi. Daha sonraları 1984’te DİTİB adı altında Diyanet’e bağlı camilerin örgütlenmesi ile de bu kadro kesilmemişti. O sıralar cami imamı, görev süresi dolduğu için Türkiye’ye dönmüş yerine henüz biri tayin edilmemişti. Cemaatimizden Seyit hoca bu görevi fahri olarak sürdürüyordu.

O hafta Cuma namazına gittiğimde hutbeye çıkan Seyit Hoca “İslam’da Evlilik” hakkında irticalen uzun bir konuşma yaptı. Bazen sinirlenerek, bazen yalvararak sık sık “Kızlarınızı Türk çocuklarına verin kapınıza gelenleri çevirmeyin” diyordu. Ya böyle de hutbe mi olur diye garipsemiştim. Daha sonra bunu dernek yönetimindeki Tahsin abiye söylediğimde güldü. Seyit Hoca oğlu Hakkı’ya bir kız istemiş ama vermemişler. Hoca buna çok kızıyormuş. Meğer o gün kızın babasını cemaatin içinde görünce hutbesi de böyle olmuş.

Hamza başkan ile Tahsin Abi, Frankfurt Konsolosluğunu su yolu yapmışlar, Din Ataşesi’ni devamlı sıkıştırarak bir an önce camiye imam atamasının yapılması için uğraşıyorlardı. Bir gün sevinerek geldiler ve müjdeyi verdiler. Yeni hoca belli olmuş on beş güne kadar geliyormuş. O gelene kadar Seyit Hoca ihmal etmeksizin Cumalarımızı kıldırdı. Derken hocanın yola çıktığı haber geldi ve dernek yönetimi havaalanından hocayı alıp getirdi.

Konyalı, kavruk tenli genç bir hoca. İlahiyat mezunu olduğu gibi Haseki’yi de tamamlamış. Bir süre müftülük yapmış. Kısa sürede dost olduk Metin Hoca ile. Ev bulmasına, çocuklarını Türkiye’den getirmesine yardımcı olduk. Kafası bilgi dolu, mesleğinin erbabı olan hocanın babası da Almanya’ya ilk gelen Türk işçilerinden biriymiş. Fakat 1974’te Kıbrıs Savaşı sırasında, Almanya’da Türk ve Yunan işçileri arasında çıkan kavga ve çatışmalar sırasında Yunanlılar babasını öldürmüşler. Cenaze geldiğinde daha ilkokuldaymış, yetim büyümüş. Hoca tertemiz giyinen, iyi bir insandı. Ev bulana kadar federasyonda kaldı. Sabahlara kadar kitap okur, bazen benimle dini konularda sohbet ederdi. Lakin her türlü siyasi mensubiyeti reddediyor, partilere batıl diyordu. İdare etmekten başka yapacak bir şey yoktu.

Bir süre sonra dernek yönetimi hocadan şikayete başladı. Hoca namazlardan sonra odasına çekiliyor cemaatle sohbet etmiyormuş. Hocaya sordum niye böyle yapıyorsun diye. Bana “Her gelen apaçık haram olan faizi soruyor. Adamların bankada faize yatırılmış paraları var, benden helal fetvası istiyorlar, demişti. Bir süre sonra hoca Cuma vaazlarından, zaten kimse gelmiyor diye vazgeçmiş, hutbede de farz olan bir ayet ile kısa bir hadisi okuyup mimberden iner olmuştu. Dernek yönetimi gibi cemaatten de şikayetler çoğalmıştı. Hamza başkan “Derneğimizin toplantı ve diğer etkinliklerini hutbeden sonra cemaate duyur diyoruz, hoca bize “orası sizin reklam yeriniz mi, ben hutbeyi bitirince siz kalkın ne söyleyecekseniz söyleyin” diyor diye anlattı. Ortada can sıkıcı bir durum vardı. Hocaya kibar bir şekilde bunları duyurdum. Bana “Rızkı veren Allah’tır, benim kimsenin şikayetinden çekindiğim yok, gerekirse dönerim” dedi. Nadir’i çağırdım. O da hocayla konuştu. Hoca ısrarla “Ben inanmadığım hiçbir şeyi yapmam ve kitaba sünnete ters hareket edemem” diyordu. Dernektekiler ise “getirene kadar neler çektik, bir de gelene bak” diyerek sitem ediyorlardı.

İlginç bir kişiliği olan bu Metin Hoca daha sonra Frankfurt’ta çevresine topladığı bizim ülkücü arkadaşlardan bir ahbap meclisi oluşturdu. Onlara dersler vermeye, evlerde özel sohbetler yapmaya başladı. Epey bir müddet sonraydı. Bir gün bana ‘rüyasına giren Mısır’daki bir alimin kendisini yanına çağırdığını’ söyledi. Çocuklarını Türkiye’ye götürüp bırakacağını, istifa edip ilim tahsil etmek için oralara gideceğini anlattı. “Aman hocam böyle rüyalar ile amel olmaz, sen akıllı adamsın dedimse de sanırım her zamanki gibi bildiğini yaptı.

Recep Küçükizsiz, Adanalı olup ilk ve ortokulu memleketinde okudu. Adana Erkek Lisesi'nde başlayan lise tahsilini Kadirli ve Antakya'da okuyarak tamamlayabildi. Ülkücü olduğu için 3 kez hapse girdi. 12 Eylül darbesinden sonra tutuklanıp MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. Alparslan Türkeş ile birlikte idamı istenen 220 ülkücüden birisiydi. Mamak Mahkemeleri'nde "iki idam, bir müebbet hapis" cezasına çarptırıldı. Adana, Mamak, Gaziantep, Bursa, Bayrampaşa gibi cezaevlerinde 11 yılı aşkın hapis yattı. Cezaevinde İktisat fakültesini bitirdi. 1991 senesinde, "Şartlı Salıverme Kanunu" gereği serbest bırakıldıysa da Yargıtay'ın "her idam cezası için 10 yıl yatılacak" şeklindeki kararı üzerine Almanya'ya iltica etti. Uzun yıllar Avrupa Türk Federasyonu'nda yönetici olarak görev yaptı. Evli ve dört çocuk babasıdır. 2000 senesinde çıkarılan ve kamuoyunda "Rahşan affı" olarak bilinen kanundan "Cezaevlerinde yatan üç-beş çapulcu için hükümeti bozamam" diyerek Ülkücülerin faydalanmasını engelleyen Devlet Bahçeli'ye tepki olarak Yusufiyeliler Hareketini başlatıp, haksız bir şekilde cezaevlerinde yatmakta olan arkadaşlarının sesi oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir